Bölümün ortalama okuma süresi 22 dakikadır. İyi okumalar dileriz.
Bölüm Seçici

※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Çevirmen: Bertiel
Redaktör: akari
Destekçilerimiz: Donatus, Echi_dna, Akari, Nurullqhx, Atakan Soner, Misertus, shingokuz, Lewysi, Taha Kurt, Künefe, agaligim, Katlicia, Lavedos, God’s Clown, Feylix, Samte, Only Rusen, Saitama ama jojo referansı, Allen Walker, Kayra Poyraz, LReiN, Ebubekir
Destek vermek isterseniz TIKLAYIN!
Discord’a gelmek isterseniz TIKLAYIN!
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
――Todd Fang, kendini ne olağanüstü tedbirli ne de aşırı dikkatli biri olarak görüyordu.
Ancak meseleleri “olması gerektiği gibi” sorgulaması; farkında olmadan her ihtimali değerlendirmesine, olası tüm açıkları kapatmasına ve hataya yer bırakmamak adına en kötü senaryoyu varsayarak hareket etmesine neden oluyordu.
Yine de tüm bu önlemlere karşın insanı bütünüyle çaresiz bırakacak, karşılık verilemeyecek bir strateji; bir hamle ya da gizli kozla ortaya çıkabilecek bir rakip ihtimali hep vardı.
Bu sınırların doğuştan gelen kapasitesinin bir parçası olduğunu biliyordu, bu gerçeği kabullenmekten başka seçeneği yoktu.
Neyse ki şimdiye dek böylesi biriyle doğrudan karşı karşıya gelmedim. Gelsem bile nihai bir çatışmadan kaçınmayı hep başardım, belki de bu sayede bugün hâlâ hayattayım.
Ancak――
Todd: “――Her hâlükârda, son zamanlarda şansım pek de yaver gitmiyor.”
Geride kalan bir iki aylık kısa zaman dilimine dönüp bakan Todd, içten içe dert yanıyordu.
Tüm aksilikler, İmparatorluk Başkenti’nden doğuya sevk edilen birliğe katılmasıyla başlamıştı. Tam da nişanlısı Katya’yla ayrılışını anımsadığı bir anda, en talihsiz keşfini yapmıştı.
Kampın yakınındaki nehirde bir erkek, bir de kadın sürüklenmişti―― kadın bir yana, o adam Todd’un başına musallat olan tüm felaketlerin başlangıcıydı.
Todd -daha önce de dediği gibi- kendini hiçbir zaman özel biri olarak görmemişti. Ama ne var ki o adamı da bir türlü anlayamıyordu. ――Sıradan görünüyordu ama içten içe tüm normların dışına çıkan bir varlıktı.
Karşılıklı birkaç kelimeden fazlası edilmemiş, temasları da kısa sürmüştü ama söz konusu kişi bunun farkında bile değildi.
Todd o zamandan önce de sonra da sözde “kahraman” diye anılan pek çok figürle karşılaşmıştı.
Herkes; kendi varlığının sıradan olmadığının, dolayısıyla da kendine has bir yol yürümek zorunda olduğunun bilincindeydi. Ama o adam, yalnızca o adam bu kuralın tek istisnasıydı.
Bu da dehşet verici bir şeydi. Bu yüzden de o günden sonra zihnini meşgul eden tek düşünce -ne pahasına olursa olsun- fırsatını bulduğu anda o adamı ortadan kaldırmak olmuştu.
Ne var ki bu hedefin ulaşılamaz olduğu anlaşıldığı anda; Todd onu ortadan kaldırma planını tereddütsüz bir şekilde rafa kaldırmış, onun gibi bir haşereyle yollarının kesişmesinden uzak durmayı tercih etmişti. En doğru karar bulaşmamaktı.
Aynı şekilde tutsak Arakiya’yı kurtarabilmek için de kendisini yağmurdan koruyan şemsiye misali Jamal’ı da gözden çıkarmak zorunda kalmıştı; bu, elinde kalan son ve umutsuz bir seçimdi. Daha kudretli ve nüfuz sahibi olan Arakiya’nın gözüne girerek zorla sürüklendiği konumdan sıyrılabileceğini ummuştu. ――Fakat bu hamle de tümüyle geri tepmişti.
Jamal adına -ki Todd bu intikamı gerçekten istemiyordu- bir misillemenin peşine düşülmüş süsü verilerek Katya, İmparatorluk Başkenti’nde geride bırakılmıştı. Todd’sa kendi iradesinden yoksun, düşünmeden hareket eden ve kendini tamamen başkalarına adamış Arakiya’yı bir şekilde kullanmaya mecbur kalmış; böylece tüm İmparatorluğu saran büyük bir isyanın tam ortasında bulmuştu kendini.
Hiçbir şey, gerçekten ama gerçekten hiçbir şey istediği gibi gitmiyordu.
Sanki bu bitmek bilmeyen felaketler zincirinin fitilini ateşleyen o haşereydi. Bu yüzden Todd, en azından bu sefer yaptığı hesapların karşılığını vereceğini umuyordu――
Todd: “――Benim hatam, evet, tamamen benim hatam. Hepsini tek hamlede halledecektim güya.”
Düşman hattının derinliklerine sinsice sızarak beklenmedik bi’ anda da saldırmıştı.
İlk dalgadaki askerî birlikleri saf dışı bıraktıktan sonra geriye kalan düşmanlara göz gezdirirken Todd kendi kendine homurdanarak söyleniyordu.
Karşısında yalnızca üç kişi kalmıştı―― ikisi kız, diğeri de kırılgan yapılı bir adamdı. Her ne kadar baştan sona tüm askerî birlikleri tek seferde ortadan kaldırmış olsa da Todd bunu en ideal sonuç olarak görmüyordu.
Aksine askerî harekâtın getirisi son derece azdı, bunu açıkça kabul ediyordu.
Todd’un aslında görev yerini terk edip düşman kampının derinliklerine sızmasının nedeni, bilgi savaşında olağanüstü bir beceri sergileyen bir hedefi ortadan kaldırmaktı―― zira bu kişi, İmparatorluk Başkenti için verilecek savaşta ciddi bir baş belasına dönüşecekti.
Böylesi büyülükteki bir savaşta, bilginin doğru ve zamanında aktarımı hayatla ölüm arasındaki nihai farkı yaratabilecek kadar kritikti.
Açıkçası Todd; isyancıların yalnızca sayı üstünlükleriyle övünüyor olmalarına rağmen, İmparatorluk Ordusu’nun sağlam gibi savunma hatlarına ve her biri tek başına bir cepheyi tutabilecek Dokuz İlahi General’e karşı direnebilmelerinin ardında yatan esas sebebin bu bilgi yönetimi olduğunu düşünüyordu.
Bir insan bedeniyle kıyaslandığında bir birliğin komutanı ya başa ya da kalbe denk düşerdi. Her ikisinin de ezilmesi ölümcüldür ve bu herkesçe bilinen bir gerçek olduğundan dolayı da doğal olarak sıkı şekilde korunurlardı. Ne var ki baş ya da kalp ne kadar etkin çalışırsa çalışsın, kanın dolaşımını sağlayan damarlar işlevini getirmediği sürece beden de uzun süre ayakta kalamazdı.
Bu bağlamda da savaş meydanındaki “kan damarları” misali unsurlar -yani bilgi akışını ve koordinasyonu sağlayan yapılar- savaşın kaderini tayin eden en hayati hedeflerdi ve öncelikli olarak ortadan kaldırılmaları gerekirdi.
Todd: “ ‘Savaş alanında kadın veya çocuk yoktur.’ şeklinde yanıt vermek kolay olurdu ama bu söz, İmparatorluk Başkenti’nin ağzına tam da cuk otururdu. Üstelik sizin için fazlasıyla da ‘uygun’ değil mi?”
Todd; karşısındaki rakiplerini tartarak değerlendiriyor, aslında asla edilmemesi gereken kelimeler kullanıyordu.
Karşısındaki üç kişi görünüş itibarıyla yukarıda tanımlandıkları gibiydi ancak Todd’un en çok çekindiği şey, “kan damarı”nın hangisi olduğuydu; elinde buna dair kesin bir veri yoktu.
İki genç kız da savaş alanı için fazlasıyla uygunsuz duruyordu.
Daha ergenliğin başlarında olmalıydılar, Uçan Ejder Generali Madelyn Eschart’ı andırıyorlardı ama Madelyn ilk bakışta bile olağanüstü bir varlık olduğunu belli ederken bu iki kız muhtemelen sıradan insanlardı.
Ne var ki burada bulunmaya hiç hakları yokmuş gibi görünmelerine rağmen burada olmaları, aksi şekilde burada olmalarının bilinçli bir hamle olduğunu düşündürüyordu.
Todd: “Siz burada sanki ‘savaşın dışındaki’ insanlarmışsınız gibi konuşuyorsunuz ama savaş alanında görev yapan birini asla savaş dışı falan saymam.”
Öte yandan, karşısında durup Todd’a doğrudan meydan okuyan o narin görünümlü adam bir savaşçı değildi ancak “kan damarı” dediği şeye en çok uyan kişi de oydu.
Güç bakımından kızlardan pek de farkı yoktu ama bakışlarında bir gariplik vardı. Kendi hayatını gözünü kırpmadan bir araç olarak kullanabilecek türde sinsi bir zekâ gizliydi o gözlerde, incecik bir maskenin ardına saklanmıştı.
Ne o adamın gözlerine kapılmalıydı ne de iki kıza karşı gardını düşürmeliydi.
Kızlardan birinin bakışlarında garip bir azim vardı, ötekiyse şüphesiz bir savaşçının duruşuna ve hazır oluşuna sahipti. Bu Vollachia’da alışılmadık bir şey olmasa da o kız büyük olasılıkla daha önce bir ya da birkaç can almıştı.
Birini öldürmüş biri -yaşı ne olursa olsun- artık o azimden duvarları da aşmış olurdu.
Başka bir deyişle Todd’un en ufak bir dikkatsizlik edecek hakkı bile yoktu.
Todd: “Kim bilir. Ama içimdeki içgüdüler var ya. Bu savaştaki tüm kötülüklerin kaynağının sen olduğunu söylüyor. Ve ek olarak başka bir şey daha söylüyor.”
Üç düşmanı vardı ve her biri, kendine özgü bir biçimde Todd’un içgüdüsel olarak temkinli olmaya itiyordu.
Todd onlarla söz alışverişindeyken içlerinden birinin fırsat kollaması ya da bir açık yaratmaya çalışması kesinlikle tolere edilemezdi―― yine de hangisinin önce indirilmesi gerektiği konusunda hâlâ kesin bir karar verememişti.
Todd: “――Sizinle uğraşmak bile zaman kaybı.”
Her biri teker teker yok edilmesi gereken hedeflerdi, Todd’un geri dönüşü olmayan hükmü buydu.
△▼△▼△▼△
――Otto Suwen, kendi ihmalkârlığına sık sık içten içe lanet ederdi.
Natsuki Subaru ve Rem’in ortadan kaybolmasıyla birlikte kendini Vollachia İmparatorluğu’nun tam ortasında bulmuş, epey çetrefilli bir durumun içine sürüklenmişti. Ancak bu noktaya gelmesinde yalnızca o olaylar değil, başka birçok etken de rol oynamıştı.
Petra da az önce, bu etkenlerden biri üzerine onu sertçe uyarmış ve Otto’nun bu konuda derinlemesine düşünmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştu.
Dil Ruhunun İlahi Koruması’nı kullanarak İmparatorluk Başkenti’nin kuşatması esnasındaki savaş alanının hâkimiyetini eline almıştı.
Kendi özgüveniyle açıkladığı ve Petra’nın doğrudan desteğiyle hayata geçirdiği bu plan, savaşın seyrini ne önyargıya ne de kibre kapılmaksızın etkili biçimde değiştirmişti.
Dil Ruhunun İlahi Koruması, Petra’nın Yang Büyüsü aracılığıyla Otto’nun işitme yetisini artırmasıyla birleştiğinde savaş meydanındaki sürekli değişen düzenleri ve birlik pozisyonlarını anbean takip eden, durmaksızın bilgi akışı sağlayan bir sistem hâline gelmişti.
Elbette, bu verilerin gerektiği gibi kullanılmaması durumunda tüm çaba boşa giderdi. Ancak kişiliğini bir kenara bırakırsak Abel en azından yetenek düzeyinde Otto’nun beklentilerini karşılamış ve bu verileri ustalıkla değerlendirmişti.
Bu savaşın seyrine Otto’nun katkısının ne denli büyük olduğunu bilen kişi sayısı son derece azdı. Yine de Otto hiçbir zaman kendi değerinin takdir edilip edilmediğine kafa yormazdı.
Her halükârda, Vollachia İmparatorluğu’nda yaşanan hiçbir şey dışarıya açıklanmaz, sızdırılamazdı.
Lugunica Krallığı’nda olsalardı tüm bu çabaların duyurulması yerinde olabilirdi. Ancak böylesi bir İmparatorlukta yapılan işlerin değerlendirilmesi, yalnızca gereksiz ve tehlikeli bir risk anlamına gelirdi. Bu nedenle de takdir edilmek ikinci planda kalıyordu.
Otto: “Bize gereken tek şey, Natsuki-san ve Rem-san’ı geri getirecek bir sonuç… Hem de kimseyi feda etmeksizin.”
Subaru ve Rem’i geri getirmek adına kendilerini feda etmeleri, bu yolculuğun önceliklerini tümüyle çarpıtmak olurdu.
Onları geri döndürmek bu yolculuğun asgari hedefiydi ve aynı zamanda erişilebilecek en büyük zaferdi. ――Daha önemli hedefleri falan olduğu için değildi, başka hedefleri olmadığı içindi.
Bu yüzden Otto da savaş meydanında elindeki tüm kozları masaya yatırmaya hazırdı. Gözü kara tutumu yüzünden de Petra’dan azar işitmişti.
Bu konuda uzun uzun düşünmüştü―― ancak bu bile yeterli olmamıştı.
Ve bu dikkatsizliğinin bedeli olarak da bir İmparatorluk Askeri, elindeki baltasıyla karşılarına dikilmiş bir hâlde duruyordu.
Todd: “――Benim hatam, evet, tamamen benim hatam. Hepsini tek hamlede halledecektim güya.”
Başında bandana olan bir İmparatorluk Askeri; uzun saplı baltasını sımsıkı tutmuş, bakışlarını üzerlerine dikmişti.
Otto; Petra’yı arkasına alarak onu koruma refleksiyle pozisyon alırken karşısında, tamamen acımasız ve olabildiğince çıkarcı bir yargıyla hareket eden bu düşmana karşıya kalmasından dolayı, dikkatsizliğine lanet ediyordu.
Toplanan istihbaratın nasıl işleneceği konusundaki karar, bu verileri en etkili şekilde kullanabilecek kişi olan Abel’e bırakılmıştı.
Ancak savaşta bilginin özü -onu nasıl işleyeceğinden ziyade- o bilgiyi en başta nasıl edineceğini bilmekten geçer. Çoğu insan bu temel gerçeği göz ardı eder ve doğrudan bilgiyi işleyen kişiyi hedef almayı tercih eder.
Ne var ki karşısındaki adam onlardan biri değildi.
Todd: “ ‘Savaş alanında kadın veya çocuk yoktur’ şeklinde yanıt vermek kolay olurdu ama bu söz, İmparatorluk Başkenti’nin ağzına tam da cuk otururdu. Üstelik sizin için fazlasıyla da ‘uygun’ değil mi?”
Otto ve yoldaşlarının karşısında beliren bu adamın amacı oldukça netti―― toplanan istihbaratın kullanıldığı ana karargâha saldırmak yerine, o bilgiyi sahada toplayan Otto ve ekibini hedef alıyordu.
Görece daha az korunan ve dikkatsiz görünen kişiler olmalarına rağmen boyunları vurulursa sonuç değişmezdi. Ortada işlenecek daha az bilgi kaldığında Abel’in komuta kabiliyeti de o oranda zayıflayacaktı. Bu hamleyi yapmaması için hiçbir mantıklı neden yoktu.
Aynı pozisyonda olsaydı Otto da aynısını yapardı.
İşte tam da bu yüzden――
Todd: “Siz burada sanki ‘savaşın dışındaki’ insanlarmışsınız gibi konuşuyorsunuz ama savaş alanında görev yapan birini asla savaş dışı falan saymam.”
Sözlerinin kendi içinde gayet tutarlı olduğunu düşünerek karşısındaki adamı dikkatle süzdü.
Yine de aklını kurcalayan iki önemli soru vardı: Bu adam Otto’nun kurduğu iletişim kanalından fark edilmeksizin buraya nasıl ulaşmıştı? Ve daha da önemlisi, Otto’yla ekibinin tam yerini nasıl oldu da nokta atışı tespit edebilmişti?
Muhtemelen bu iki sorunun da cevabı aynı temele dayanıyordu.
Bu adamın sahip olduğu birtakım sıra dışı özellikler, iletişim kanalını aşmasına ve sinyalin kaynağını doğrudan bulmasına olanak tanımıştı.
Todd: “Kim bilir. Ama içimdeki içgüdüler var ya. Bu savaştaki tüm kötülüklerin kaynağının sen olduğunu söylüyor. Ve ek olarak başka bir şey daha söylüyor.”
Bu adamla konuşarak bir ipucu yakalamayı ummuştu ancak ilk gözleminde olduğu gibi adam son derece temkinliydi.
Az ama öz konuşmanın, onu savunmada avantajlı kılacağını çok iyi biliyordu. İmparatorlukta yaygın olan kaba kuvvet kullanımı yerine, bu adam sinsice davranmayı tercih ediyordu.
Karşısındaki düşmanlar hafife alınamazdı. ――Kendisini zayıf gösterenler bile tehdit sayılırdı çünkü böyleleri çoğu zaman en tehlikelilerdi.
Bu yüzden de――
Todd: “――Sizinle uğraşmak bile zaman kaybı.”
Adam, uzun saplı baltasını savurarak doğrudan saldırıya geçti.
Buna karşılık Otto da dişlerini sıkarak ilk darbeyi atlatmak için tüm enerjisini sarf etti. Tüm odağını buna verdi ve ardından kendini toparladı. ――Bu denli yetersiz bir hazırlıkla bu adama karşı ne kadar dayanabileceğini de düşünmeden edemedi.
△▼△▼△▼△
――Petra Leyte, ne zaman zor bir durumla karşılaşsa yeterince disiplinli olmamasından pişmanlık duyardı.
Yaşının küçük oluşu nedeniyle Kamptaki diğerleri tarafından sık sık hoşgörüyle karşılanıyor, hatta zaman zaman şımartılıyordu. Ancak Petra, bu durumun sorumluluktan kaçmak için bir bahane olamayacağını çoktan kafasına koymuştu. Çocuk olmak, kendi olgunlaşmamış hâlini kabullenmek için bir bahane olmamalıydı.
Bu durum, malikânedeki gündelik görevlerinde yaptığı ufak bir hata yüzünden olsaydı belki de bu kadar kendini hırpalaması gerekmezdi.
Ne var ki duruma göre şekillenen bu rahatlığı, en sonunda büyük bir hataya zemin de hazırlardı.
Sürekli tetikte olmak gerektiğini söylemek abartı olurdu.
Ancak Petra’ya göre insan her durumda kendisinden bekleneni eksiksiz yerine getirmeliydi. Bu onun düşünme biçimiydi ya da en azından ulaşmak için çabaladığı ama hâlâ olgunlaşmamış idealiydi.
İşte bu yüzden de――
Todd: “――Sizinle uğraşmak bile zaman kaybı.”
Baştan ayağa titreyen bedenine direse dahi, elinde baltasıyla üzerlerine atılan İmparatorluk Askeri’ne gözlerini dikmişti.
Gözyaşlarıyla bulanıklaşan görüşünün kenarında, alevlere yenik düşmüş habercinin yanmış cesedini seçebiliyordu.
Otto onu son anda can havliyle kenara çekmeseydi kız da o bedenin hemencecik yanında yatıyor olurdu. Bu gerçekle yüzleşen Petra’nın ruhunda derin bir çatlak açıldı ve tam o anda――
Otto: “Petra-chan!”
Adını haykırırken Otto’nun ona duyduğu güven karşısında Petra derinden etkilenmişti.
Petra’nın geçici olarak oynadığı “küçük hanımefendi” rolüne yönelik bakış açısını tamamen bir kenara iten Otto’nun sesi, onun içindeki gerçek Petra’yı sarstı ve onu korkunun ve pişmanlığın yarattığı felç hâlinden söküp aldı.
Ve hemen ardından da――
Otto: “――Yedi numara!”
Otto’nun komutuyla birlikte Petra, düşünmeden kolunu havaya kaldırdı.
Ancak hemen ardından zihnini yoğun bir endişe kapladı. Bu görevi yapabileceğini dile getirerek üstlenmişti, evet ama bunun anlık bir şeyle alınmış bir karar olduğu gerçeğini göz ardı edemezdi.
Yine de bu ana kadar hep çalışmıştı. Ne zaman sahneye çıkması gerekse mücadele edecek güce sahip olduğunu biliyordu.
Ve ardından――
Petra: “――Subaru.”
İçini kemiren kaygıyı dağıtmak için sevdiği kişinin adını haykırıp dişlerini sıktı.
Petra: “――Jiwald!”
O büyülü ilahiyle birlikte, Petra’nın parmak uçlarından bembeyaz bir ışık hüzmesi fırladı.
Bu büyü; Yang Büyüsü’nün nadir saldırı tekniklerinden biriydi, karşısına çıkan her şeyi delip geçebilen bir ışık mızrağı―― fakat yalnızca birinci sınıf bir büyü ustasının ellerinde bu potansiyele ulaşabilirdi. Ve Petra, acemiliğini üzerinden henüz atamamıştı.
Petra’nın Jiwald’ı, bir canlıyı öldürmekten ziyade en iyi ihtimalle yanık bırakabilecek güçteydi.
Ama bu bile onun için yeterliydi.
Petra: “――――”
Parmak uçlarından fırlayan beyaz ışık, kendisine doğru atılan adama değil―― daha doğrusu, onun çapraz arkasındaki toprağa yöneltilmişti. Bu, önceden prova ettikleri “yedi numara”ydı, dışarıdan bakıldığında yapay durmaması için ustalıkla kamufle edilmişti.
Amacı o adamı yakmak değildi. ――Asıl hedef, önceden kurulmuş olan düzeneği ateşlemekti.
Todd: “Ne――”
Otto’nun uzmanlık alanı, Büyülü Ateş Taşlarıyla kurulan yer tuzaklarıydı.
Otto, düşmanları açık “kanallar” vasıtasıyla ararken ve Petra da ona destek olurken hedef alınabileceklerini düşünerek bu tür on farklı tuzak hazırlamıştı.
Yanında taşıyabileceği taş sayısının sınırlı olması ve hareket hâlinde sürekli arayış içinde olması nedeniyle mükemmel bir hazırlık yapması mümkün değildi. Yine de Otto’nun “Ne zaman ne işe yarayacağı hiç belli olmaz” diyerek neredeyse saplantılı bir titizlikle yaptığı hazırlık, tam da şimdi meyvesini vermişti; zira adamın arkasındaki zemin şiddetle patlayıverdi.
Todd: “――Hık.”
Patlamayla birlikte, adamın dikkati anında çok az da olsa arkasına kaymıştı.
Petra’nın aldığı talimatlar doğrultusunda, patlama ne adamın tam altında ne de hemen yakınında gerçekleşmişti. Bu nedenle de ne patlamanın basıncı ne de ısısı ona doğrudan ulaşmadı. Ancak bu, dikkatini bir anlığına da olsa geri çekmesine neden oldu.
Ve bu kısa an, saldırı için bir açık kollayan kızın ihtiyaç duyduğu tek şeydi.
???: “Oyraaa!――”
Elindeki kaba barbar kılıcını savurarak Medium rakibinin göğsüne doğru atıldı.
Sarışın kız Petra’dan çok da uzun sayılmazdı fakat onun cesareti tamamen farklı bir şeydi. Hiç tereddüt etmeden ileri atılıp adamın baltayı tuttuğu koluna hedef alarak güçlü bir darbe indirdi.
Todd: “Çıh.”
Dikkati dağılan adam, diliyle bi’ çıh sesi çıkararak bileğini ustalıkla çevirdi ve Medium’un saldırısını baltasıyla savuşturdu. İkisi de birbirlerinin ilk darbelerini etkisiz kıldı ve mücadele başa dönmüş oldu――
Medium: “Gönder! Diğerini de! Göndeeerrr!”
Beklendiği gibi Medium hiç de kolay pes eden biri değildi.
Rakibinin karşı saldırısıyla barbar kılıcı savrulsa bile bu savrulmanın verdiği ivmeyi lehine çevirerek dönüp bir darbe daha indiriverdi. Rakibi bu darbeyi de savuşturacak olursa dönmenin kazandırdığı hızı tekrar kullanarak bir saldırı daha gerçekleştiriyordu.
Onun sergilediği kılıç dansı, taşan bir nehrin durdurulamaz akışına benziyordu――
Otto: “Dört numara!”
Petra: “Tamamdır!”
Dikkati rakibine kilitlenmişken Petra’nın omzuna Otto dokunuverdi, hemen ardından da bir sonraki komutu duyuldu.
Sinyal verildiği anda, tereddüt etmeden büyüyü belirlenen noktaya göndermesi gerekiyordu. Otto’yla bu tehlikeli savaş alanında yolculuğa çıkmayı kabul ettiği anda, en önemli kuralın bu olduğu anlatılmıştı.
Bu yüzden Petra, korkularını ve her şeyi bir kenara bırakıp sadece verilen komutu uygulamaya odaklandı.
Petra: “Jiwald!”
Büyü bir kez daha ateşlendi fakat bu seferki patlama öncekine kıyasla çok daha yakın bir noktaya vurdu.
Belki de adam, yakın mesafede Medium’la çarpıştırıyorken kızı tehlikeye atmayacaklarını düşünmüş olabilirdi. Ancak bu fazlasıyla safça bir düşünceydi.
Otto: “Gerektiğinde Medium-san’ı da tehlikenin içine dahil ederiz.”
Petra: “Bitince sana hemencecik bir şifa büyüsü yaparım, olur mu?”
Medium: “Uoooh! Ne olup bittiğini tam anlamadım ama artık istesem de duramam!”
Patlama birkaç metre ötede infilak etti ve onların saflıklarını yüzlerine çarparcasına vurdu.
Her ne kadar acımasızca olsa da Petra, Otto’nun düşüncesine katılıyordu. Üçünün de tek çizik almadan kurtulması ideal senaryo olabilirdi ama birkaç yara pahasına rağmen, hayatta kalmaları çok daha önemliydi.
Patlamanın harareti derisini kavurmuştu fakat Medium’un ivmesi tek bir an bile sarsılmadı.
Minnet ve suçluluk duygularıyla yoğrulmuş bir hâlde olan Petra, Otto’yla tüm enerjilerini bu suikastçıyı püskürtmeye adadılar――
Todd: “Oy oy, bi’ rahat verin be.”
Dikkatlerini biraz daha yoğunlaştırdıkları o anda, adam patlamanın uğultusu içinde sözünü böylece dile getirdi.
Sesi rahatsız edici bir berraklıktaydı ve yaşadığı herhangi bir aksilik karşısında ne öfke ne de sabırsızlık hissediliyordu. Daha ziyade, tuhaf ve ortama yabancı bir hissiyat hâkimdi.
Aksine, adamın sesi düpedüz bıkkınlıkla kaplıydı.
Todd: “Aynı şeyi mi düşünüyoruz?”
Petra o sesi duyar duymaz tüm vücudunu diken diken eden bir ürperti sardı.
Sözcüklerin anlamını bilmeden bile, arkasında saklı niyeti gün gibi net hissedebiliyordu.
Otto: “İki numara!”
Petra, içini sarsan o ürpertinin ardındaki gerçeği tam anlamıyla kavrayacakken Otto’nun haykırışıyla düşünmeyi tamamen bırakıp anında harekete geçti.
Fırlattığı Jiwald, daha önce olduğu gibi yerin altına gizlenmiş sihir taşına ısıyı aktardı. ――Fakat bu defa, Petra’nın parmağı doğrudan kendi ayaklarının altını gösteriyordu.
Petra: “――――”
Ayaklarının altından fırlayan beyaz ışık aniden kırmızıya döndü ve ardından güçlü bir şok dalgası patladı.
Petra patlatmasının ardından da fark ediverdi. Bu, Otto’nun “Mecbur kalmadıkça kullanmak istemiyorum çünkü can yakıyor” diyerek önceden sözünü ettiği acil kaçış planıydı.
Ve böylece Petra’nın narin bedeni, altından taşan ışığın kuvvetiyle havaya savruldu. Ancak havada yalnız da değildi.
“Gağh” diyerek uzanan bir kolun yardımıyla Petra’nın bedenini kavramış, Otto’nun ince yapılı bedeni tarafından kucaklanmıştı.
Elbette Otto’nun bedeni de aynı şok dalgasıyla havaya savrulmuştu fakat Otto, kendilerini birbirlerinden ayıracak ve karşılıklı desteği imkânsız kılacak bir yöne uçmamak için bilinçli bir tercihle bunu yapmıştı. En azından Petra’nın bedeninin göreceği zararı azaltmayı hedeflemişti.
Otto’nun bu kararı sayesinde Petra ne donakaldı ne de şikâyet etti. Bunun yerine, tüm hızını ve gücünü kullanarak Yang Büyüsü’nü devreye soktu ve Otto’nun bedenini darbeye karşı az da olsa dayanıklı kılmayı başardı.
Ve de bunu başarmıştı. İkisinin de bedeni yere çarpıp sekmişti. Hemen ardından da――
Petra: “――――”
Yüksek bir gürültüyle Petra’nın daha önce patlama yarattığı noktada bir kez daha şiddetli bir infilak meydana geldi―― yani, birkaç saniye öncesine kadar Petra ve Otto’nun bulunduğu yerde.
Patlamanın ardındaki gerçeği bir anlığına fark eden Petra’nın gözleri, daha önceki iki haberciyi küle çeviren alevin aynısını görmüştü.
Söz konusu olan o alev, Petra ve yanındakileri arkadan yakıp kül etmek için fırlatılmıştı.
Petra: “O balta…”
Petra ve Otto’ya doğrudan saldıracağı izlenimi vermişti fakat gerçekte hedeflediği şey, arkalarına döşenmiş Büyülü Ateş Taşlarıydı.
Adamın favori taktiği, doğrudan çatışmaya girmekten kaçınmaktı. Taktiğinin de Otto’nun hazırlığıyla çakışması muhtemelen, onun o bıkkın homurtularının esas nedeniydi.
Petra: “Ağh!”
Otto; kollarında Petra’yı tutarken, hatta yere yuvarlanırken bile aynı hükme varmışlardı.
Otto; sert zeminde acıyla homurdanarak yuvarlanıyor, şok dalgalarının altında dişlerini sıkarak dayanıyordu. Fakat hemen ardından dizlerinin üzerine kalktı ve Petra’nın bedenini kaldırırken yüzünü adama çevirdi.
Otto’nun desteğiyle ayakta duran Petra da bir süre uzaklarda duran adama dik dik baktı.
Ne var ki Petra ve Otto’nun endişelerinin aksine, adam hemen peşlerine düşmemişti.
Bunun nedenini ve arkasındaki niyetini de anında kavradılar.
Todd: “Bunu yapmak istemiyordum açıkçası.”
Adam bunları söylerken kafasını çevirdi, üzerlerine doğrultulmuş bir balta gördü.
Patlamanın yaşandığı yerdeki zeminin hissini ölçüp yanmış otların üzerinden yükselen kara dumanı derin bir nefesle içine çekti ve konuştu…
Todd: “Şurada, orada. Ve burada.”
Adam sessizce mırıldanırken Petra gözlerini şaşkınlıkla açtı.
Adam başını çevirir çevirmez görüş alanındaki topraklar patladı. O altı numaraydı. Ardından dokuz ve bir, beş ve sekiz şeklinde de devam etti.
Petra: “A-Ama nasıl?..”
Otto: “…Olamaz, bir Ruh mu?”
Adamın tuzakların gizlendiği yerleri görmüş olması şaşırtıcıydı ancak onları nasıl patlattığını akılları almıyordu.
Otto’nun sözleri, patlamayı tetiklemek için Petra’nın kullandığı büyüye benzer hiçbir şey göstermeyen adamın gizemli yöntemi karşısında, Petra hayretler içerisinde kaldı.
Gerçekten de Ruh Sanatları Kullanıcısı olsaydı bu durum onu Subaru ve Emilia’yla aynı kategoriye koyardı.
Petra’ysa önündeki adamın, hayatında birçok yönden derin sevgi beslediği iki kişiye benzer biri olarak kabul etmekte ciddi şekilde isteksizdi――
Petra: “Ama görünürde herhangi bir Ruh da yok ki…”
Todd: “Boyun eğmelerini sağlamak için birden fazla yol var. Yemek olmak istemiyorlarsa tabii.”
Petra: “Eh?”
Otto: “Sırf ona inat olsun diye söylemiyorum ama dediklerine kulak asmamız en iyisi olur.”
Petra, karşısındakinin yanıtını kavrayamayınca gözlerini olabildiğince açıp donakaldı. Ardından Otto, omzuna hafifçe dokunarak onu derhal gerçekliğe geri çekti.
Adamın cevabının aralarında bir gedik açmak amacıyla mı yoksa kısmen gerçeği itiraf etmek için mi söylendiği belirsizdi.
Ama kesin olan bir şey varsa o da…
Petra: “Senden nefret ediyorum.”
Medium: “Ben de!”
Petra’nın sözlerine karşılık, küçük bir silüet yumruklarını sıkarak bağırdı.
Gizemli adamın garip yeteneğinden şüphelenen Medium’du, bu yüzden fırsatını kollayıp adamın neden olduğu patlamalarla oluşan dumanın içine sessizce süzüldü ve barbar kılıcını dumanın öte yanından, adamın sırtına doğru fırlattı.
Uzun süre sabırla dayanmış ve beklemişti, cesurca attığı darbe adamın sırtına tam isabet etti――
Todd: “Üçünüzün arasındaki en kolay okunanı sensin.”
Medium: “――Ah.”
Adam, bedenini yana eğerek barbar kılıcının yukarıdan inen darbesinden ustalıkla sıyrıldı.
Ardından hızla arkasına dönüp arkasındaki Medium’a baltasını saplamaya yöneldi.
Todd: “Üçünüzün arasında, yalnızca sen İmparatorluk tarzına sahipsin. Bu da tam anlamıyla iğrenç bir şey.”
Petra: “Medium-chan!”
Adamın acımasızca savurduğu balta, gözleri fal taşı gibi açılmış Medium’un yüzüne doğru yaklaşırken Petra’nın ardından gelen çığlığı âdeta sahneyi içine çekercesine yutuverdi.
△▼△▼△▼△
――Medium O’Connell; genelde olayları fazla düşünen, irdeleyen birisi değildi.
Daha doğrusu, kendi kendine düşünüp durduğu pek çok şey vardı.
Her zaman kardeşi Flop O’Connell için endişelenirdi, aynı zamanda ona derin bir güven de beslerdi. Flop’un Kale Şehri’nden alınıp götürüldüğünü öğrendiğinde yaşadığı şaşkınlık ve kaygı, neredeyse göğsünü parçalayıp dışarı çıkacak kadar yoğundu. Ancak yalnız başınayken vücudunun küçüldüğünü öğrenmiş olsaydı Flop da muhtemelen paniğe kapılırdı.
Bu yüzden de aralarındaki güven ve endişenin birbirine denk olduğunu düşünüyordu.
Flop: “Canımdan çok sevdiğim kız kardeşim! Bir şeylere kafa yormaktansa kalbimizin sesini dinleyerek çok daha iyi sonuçlara ulaşabiliriz. Bu özellikle de senin için çok doğru bir laf, aklından çıkarayım deme!”
Ağabeyinin uzun zaman önce söylediği o sözler -Medium’un düzleşen memelerinden bağımsız olarak- içinde hep güçlü bir pusula işlevi görmüştü.
Zira kalbinin sesini dinlemek çoğu zaman mantık dışı ya da uçuk kaçık laflarla bağdaştırıldığından, bazı kişilerce hor görülürdü. Özellikle de Abel, bu tür bir yaklaşımdan ciddi anlamda rahatsızlık duyardı.
Ama ağabeyinin söylediği şey gerçekten de inanılmazdı. Medium için bu bakış açısı, defalarca kez işe de yaramıştı.
Medium: “Ağabeyimden beklendiği gibi müthiş!”
Elbette ki bu yaklaşım her şeyi yoluna koyabilseydi Medium’un bedeni küçülmezdi, ağabeyi Başkent’e götürülmezdi, Rem ortadan kaybolmazdı, Natsumi savrulup gitmezdi, Kaos Alevi haritadan silinmezdi ve Emily ile diğerleri dört bir yana dağılmış hâlde olmazdı, muhtemelen.
Zaten her şeyin tamamen yolunda gitmesi de mümkün değildi ki.
Yine de Medium’un bakış açısına göre en iyi sonuçlar, bu şekilde elde edebiliyordu.
İşte bu yüzden de arkasından yaptığı sürpriz saldırı başarısız olup savunmasız yüzüne doğru vahşice bir balta inerken Medium, “Ah, öleceğim” diye düşünmesine rağmen en ufak bir panik belirtisi göstermemişti.
Bu, elinden gelenin en iyisini yapıp görevini layıkıyla yerine getirdikten sonra bile sonucu değiştiremeyeceğini anlayıp kaybetmeye benziyordu.
Elbette ki burada ölmeyi istemiyordu. Çünkü ağabeyiyle bir daha kavuşamamak kalbini paramparça ederdi, Rem’le Natsumi gibi yeni dostlarına yardım edememiş olmak da içinde derin bir pişmanlık bırakırdı.
Ama kalbinin sesini dinleyerek ulaşabileceği en doğru seçeneği hayata geçirmişti.
Sonrası -deyim yerinde olacak ki- tamamen şansa kalmıştı. İşe yaramazsa bu da Vollachia’nın acımasız gelenekleri gereği, hayatına mal olacaktı.
Ne var ki――
Medium: “――――”
Baltanın kalın çeliği yüzüne inmek üzereyken kıvılcımlar saçılarak darbe geri püskürtüldü.
Burnunun ucuna kadar gelen keskin metal kokusunu zar zor hissederken Medium hafifçe iç geçirdi…
Medium: “Ağabeyimden beklendiği gibi müthiş.Kalbimin sesini dinledim mi ölmem.”
???: “――Oh, harbiden imreniyorum be. Ben öyle çok öldüm ki saymayı bırakalı çok oldu.”
Medium; bir kez daha hayatını kurtaran yöntemin ağabeyinden öğrendiğini dile getirirken kızı ölümün pençelerinden kurtaran, baltayı savuşturan kişi böylece yanıtladı.
Saldırıyı savuşturan baltayla aynı kalınlıktaki bir dao kılıcıydı―― ve o kılıcı tutan kişi de görünüşüyle Medium’un gözünde oldukça tuhaf bir izlenim bırakmakla kalmayıp epey de artı puan topluyordu.
Todd: “Sen…”
Todd; Medium’un ölümünün neredeyse kesin olduğu anda onu kurtaran adama, araya giren o kişiye hoşnutsuz bir ifadeyle bakarak gözlerini dikti.
O adam―― yüzünü simsiyah bir miğferle saklayan tek kollu bir gezgindi. “Keyfini böldüğüm için kusura bakma” diyerek söze girdi, ardından soğukkanlılıkla devam etti…
Tek Kollu Adam: “Neresi en kötü durumdaydı diye bakınıyordum da insanlar boşuna dememiş ya, ‘burnumuzun dibini görmekten aciziz’ diye. Ama dostum, gelecek bu kadar karanlıkken işin ciddiyeti can sıkıcı bir hâl de alıyor be.”
Todd: “――――”
Silahsızları sessizce öldürmeye gelmiş olan adam, temkinli bir duruşa geçti.
Ancak bu; bir aslanın önemsiz bir tavşana karşı gevşekçe saldırmasından ziyade, tavşanın aslında kamufle olup bambaşka bir tehdide dönüşebileceğini hesaba katan bir avcının duruşuydu. Bunu gören gezgin―― Al da yalnızca omuz silkti.
Ve ardından da――
Al: “Bu karanlık geleceği aydınlatmak bana düşmez. Zaten yıldızları bile göremiyorum.”
Böylece savaşın bir parçası olacağını da açıkça hükmediverdi.

#Uzun zamandan sonra Otto cephesine de gittik ve herkesin kendi bakış açılarından olayı görmüş olduk. Her şey tam bitiyor derken hiç beklemedik bir figür ortaya çıkıverdi. Bakalım sonraki bölümde hangi cepheye gideceğiz, devam edelim!
Çeviri için teşekkürler
Elinize sağlık
Favori fight