Bölümün ortalama okuma süresi 21 dakikadır. İyi okumalar dileriz.

※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Çevirmen: Baran
Redaktör: akari, Bertiel
Destekçilerimiz: Donatus, Echi_dna, Akari, Nurullqhx, Atakan Soner, Misertus, shingokuz, Lewysi, Taha Kurt, Künefe, agaligim, Katlicia, Lavedos, God’s Clown, Feylix, Samte, Only Rusen, Saitama ama jojo referansı, Allen Walker, Kayra Poyraz, LReiN
Destek vermek isterseniz TIKLAYIN!
Discord’a gelmek isterseniz TIKLAYIN!
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
1
“Ve sonunda şöyle dedi: ‘Kalbin’!” dedi, dişleriyle gülümseyen ve parmağını şıklatan Subaru.
“Vay canına, bu harika!” diye haykıran Emilia, gülümseyerek ellerini çırptı.
İkili, Roswaal Malikânesi’nin avlusunda bir ağacın gölgesinde sohbet ediyor, rüzgârın tadını çıkarıyor ve Subaru’nun dünyasından gelen hikâyelerle coşuyorlardı.
Subaru, jestler yaparak hikâyeler anlatmakta ve hikâyeleri anlatış şekli konusunda oldukça becerikli olduğundan, Emilia farkında olmadan bu hikâyelerin dünyasına kapılmıştı.
Subaru’nun sesini değiştirerek hem erkek hem de kadın seslerini ustaca taklit edebilmesi onu gerçekten büyülemişti.
“Cidden birçok hikâye biliyorsun, değil mi? Üstelik bunların hiçbirini daha önce duymamıştım. Geeeerçekten çok etkilendim.”
“Bunları hep hafızama ve Dünya’da doğduğum gerçeğine borçluyum.
Sanırım Emilia-tan’ı biraz etkilemek, Andersen’in bana bahşettiği bir görev olsa gerek.”
“Düünya? Andersen? Onlar da neyin nesi?”
“İçinde yaşadığım uzay gemisinin ve orada yaşamış ünlü masal yazarının adı.”
Subaru, şaşkın bir şekilde başını yana eğen Emilia’ya göz kırptı ama Emilia; Subaru’nun söylediklerini gerçekten anlamamış gibiydi.
Bu yüzden belli belirsiz bir gülümsemeyle anladığını iddia etti. Gerçekler bunu yansıtmasa da muhtemelen anlamasına gerek de yoktu.
Subaru’nun Roswaal’ın Malikânesi’ne taşınmasından ve cadı canavarı olayını çözmesinin üstünden iki hafta geçmişti.
Olaydan kalan yaraları artık iyileşmiş, hizmetkâr olarak çalışmaya geri dönmüştü. Zaman zaman mola verdiğinde Emilia’yla farklı konular üzerine sohbet ediyordu.
Sıra dışı çalışmalarından yorgun düşen Emilia, Subaru’nun bu düşünceli tavrından dolayı ona minnettardı.
Üstelik Subaru’nun hikâyeleri de oldukça ilgi çekiciydi. Bu yüzden daha çok hikâye anlatmasını istediği için suçlanamazdı.
“Pekâlâ… Hikâye bittiğine göre, pek istemesem de işime dönmem gerek.
Ya sen, Emilia-tan?” Ayağa kalkıp poposunu silkeleyen Subaru, Emilia’ya bu soruyu yöneltmişti. Emilia, sırtını ağaca yasladı ve gümüş saçları rüzgârda dalgalanırken bir süre düşündü.
Sonunda, “Bir süre daha burada kalacağım.” diyerek kararını verdi. “Tamamdır. Sonra görüşürüz. Ram beni burada görürse kafamı kesebilir.”
Bu şakayla karışık sözleri söyleyen Subaru’nun konağa gidişini izleyen Emilia’ya bir esneme geldi: “Hıııaaaam.”
Dün gece durup dinlenecek uygun bir yer bulamayınca sabaha kadar kitap okuyarak uyanık kalmıştı.
Bu yüzden hafif esintinin tadını çıkarırken aniden bir uyku bastırmıştı.
“Belki de Subaru’yla beraber geri dönmeliydim…” Yere çökmüş Emilia, zayıf sesiyle bu kelimeleri mırıldandı.
Bunu yapmaması gerektiğini düşünerek gözlerini kapattı. Bir süre sonra, tatlı bir uyku usulca bedenini sardı.
Ve böylece Emilia’nın bilinci…
2
“Tanrım, hayır, hayır! Acele etmezsem yetişemeyeceğim!” Uykuya dalmak üzere olan Emilia, aniden gelen bir sesle uyandı. “Hıh, ne?”
“Başım belada! Bu çok ciddi bir durum! Nedenini bilmiyorum ama acele etmem gerek!” Etrafına bakınan Emilia, sesin kaynağını fark etti.
Ardından gözleri fal taşı gibi açıldı.
Ağaca yaslandığı sırada, iki ayak üzerinde yürüyen gri bir kedi—— görmeye alışkın olduğu biri, ailesi olan bir yavru kedi ruhu—— koşarak yanından geçti.
“Puck? Neden maddeleştin… ah, bekle!”
Normalde avuç içi kadar olan Puck, şu anda bir insan yavrusu büyüklüğündeydi. İstediği zaman boyutunu değiştirebiliyordu ama bunu nadiren yapıyordu.
Emilia, onun sabırsız sesini duyunca alelacele ayağa kalktı ve bir şey olmuş olabileceğini düşündü.
Ama Puck ona aldırış bile etmedi ve…
“Şimdi dipsiz deliği seçeceğim!” diyen Puck, sevimli sesler çıkararak koştu ve Emilia’nın etrafından ağacın arkasına gitti. Ve sonra da… “Hiyaa!”
Enerjik bir ses duyan Emilia, Puck’ın varlığının ondan uzaklaştığını hissetti. “Hey! Puck, neden beni görmezden geliyorsun? Öffff.”
Ailesinin alışılmadık davranışları karşısında şoke olan Emilia da aceleyle ağacın arkasına saklandı. Ama Puck ortalıkta yoktu, onun yerine yerde kocaman bir delik vardı. Acaba Puck bağırdıktan sonra buraya mı atladı diye merak etti.
“Burada neden bir delik var?.. Subaru burada gizli bir hazine saklıyor olabilir mi?..” Ön yargısına dayanarak suçlunun kim olduğuna karar verdi ve sonra tereddütle deliğe baktı.
Karanlık çukur öylesine derindi ki dibini görmek imkânsızdı ve içine çekilecekmiş gibi hissettiğinde korkudan nefesi kesildi.
“Pu-Puuuck! Beni duyabiliyor musun? Eğer duyabiliyorsan lütfen cevap ver!” diye bağırdı deliğe doğru ama sesi delikte yankılanmaktan başka bir iş görmedi.
Ne yapacağını bilemeyen Emilia, malikâneden birini aramak ve ona haber vermek için geri döndü. Ve sonra…
“——Bu hikâyenin gidişatını etkileyecektir, o yüzden, aşağııı in bakaaaalım.”
“Ha?”
Emilia, başka bir ses duyduğunu sandığı sırada bedeni arkadan çekildi. Omzunun çekildiğini hissettiğinde irkildi ancak bu his, bedeninin yere düşmesinin verdiği şokla unutulup gitmişti. “Dur, hayır! Dümdüz olacağım!”
Emilia’nın çukura baş aşağı düşüşü esnasında, yere çakılma düşüncesiyle dehşete kapıldı. Hemen duvara tekme attı ve yön algısını düzeltti, ardından rüzgârın yukarı savurduğu eteğinin ucunu yakaladı ve hemen karşı önlemler düşünmeye başladı ancak herhangi bir önlem düşünemeden yumuşak bir şey tarafından durduruldu.
“Ufff——aah.”
Kağıt yığını gibi bir şeyle sarıldığını hisseden Emilia debelendi ve yığından çıktı.
Giysilerine ve saçlarına yapışan şeyleri silkeleyen Emilia, bunların kurumuş yapraklar olduğunu fark etti. Çukurun dibinde biriken ölü yapraklar, onu düşmenin etkisinden korumuştu.
“Haaa… Çok şaşırdım.”
Emilia birazcık rahatlamış olsa da bu durum uzun sürmedi ve huzursuzca etrafına bakınmaya başladı.
İçi oyulmuş bir ağacın içine benziyordu, öyleyse ben de yüzlerce yıllık bir ağacın içinde miyim? Ama ben yerdeki bir çukura düştüm.
“Ah! Puck!”
Emilia şüpheyle kaşlarını çatarken alanın en sonundaki geçitten dikizleyen bir yavru kedi gördü. Emilia konuşur konuşmaz Puck hemen atıldı.
“Tanrım, acele etmezsem geç kalacağım. Başım belada.” bileğine defalarca baktıktan sonra küstahça bunu söyledi. Ancak bileğinde hiçbir şey yoktu.
“Kolunda hiçbir şey yok! Garip şakalar yapmayı bırak, sana çok kızgınım. Orada dur.” Emilia koşmaya başladığında, kuru yaprakları ayağıyla savuruyordu. Puck ise hızla uzaklaşıyordu. Puck’ın bu kadar hızlı olmasına şaşıran Emilia, her ne kadar ortam uygun olmasa da yine de etkilenmiş ve onu harika bulmuştu.
Var gücüyle koşan Puck, ucu bucağı olmayan bu koridorda gözden kayboldu. Yine de Emilia hızla koşarak bir şekilde koridoru geçmeyi başardı ve aydınlık bir odaya vardı.
“Şey… Burası neresi? Ve Puck nerede?”
Emilia sessizce nefesini tuttu ve değişen manzara karşısında şaşkına döndü. Parlak renkli şeylerle dolu şirin bir odaydı. Masanın üzerinde, şöminenin üzerinde ve pencere kenarında daha önce hiç görmediği çiçekler yer alıyordu.
“Acaba burası birinin odası mı?.. İzinsiz girersem eğer bana kızarlarsa ne olacak?”
Emilia her ne kadar gizemli bir durumun içinde olsa da gerçekçi endişeleri vardı. Gözleri odada Puck’ı ve sahibini aradı. Oda küçük olduğundan uzun süre bakınmadı fakat Puck’ı göremeyince omuzları hızla düştü. Üstelik bu tepkisinin tek nedeni bu da değildi.
“Dışarıya açılıyormuş gibi görünen bir kapı var ama vücudum oradan geçemeyecek kadar büyük.”
Emilia bile şaşkınlığını gizleyemedi. Diğerlerinden çok daha iri olduğunun farkında değildi. Malikânedeki kızlar, Rem, Ram ve Beatrice, Emilia’dan daha küçük ve sevimliydiler ama… “Hayır, hayır. Beatrice bile bu boyuttaki bir kapıdan geçemez. Demek ki bunu yapan kişi gerçekten dikkatsizmiş.”
Depresif bir moda kapılmak üzere olan Emilia, ansızın zihninde beliren bir düşünceyle toparlandı ve etrafta başka bir şey var mı diye göz gezdirdi. Gördüğü tek şey bir anahtar ve garip bir ilaç şişesiydi.
Anahtar muhtemelen o kötü yapılmış kapının anahtarıdır.
Ve ilacın bulunduğu şişenin üzerinde “Emily’ye, sevgilerle” yazan bir etiket vardı. “…Anne?”
Bu şekilde kendisine hitap edenin, Roswaal’ın akrabalarından biri ve kısa bir süre önce tanıştığı, kendisinden oldukça genç bir arkadaş olduğunu hatırladı.
Onun hediyesinin neden bu odada durduğunu bilmiyorum ama Annerose’un bana kötü bir şey yapması mümkün değil. Emilia buna hiç düşünmeden inandı.
“Bunu alıyorum.”
Emilia iksiri hiç tereddüt etmeden kafasına dikti. Hepsini içtikten sonra, dikkatsizliğinin farkına vardı. “Ya vücuda girmemesi gereken bir tür ilaçsa?” Ama anında oluşan değişim, endişelerini bir kenara bıraktı.
“Ah, vah, vah.”
“Odanın boyutu her geçen saniye değişiyordu. Az önce beline kadar gelen masa, şimdi başını kaldırmak zorunda kalacağı kadar büyümüştü. Pencere kenarı ve vazo ise sanki kilometrelerce uzağa çekilmişti.
“Hayır… bu, vücudum küçüldü.”
Emilia, bu değişikliğin sebebini hemen kavradı ve bu büyüyen dünyada gözlerini hayretle açtı. Ardından bedeninin çeşitli bölgelerine dokundu, kıyafetlerinin de küçülmüş olduğunu fark edince içi rahatladı.
‘‘Etrafta çıplak bir şekilde dolaşsaydım insanlar tuhaf olduğumu düşünürlerdi. Ama neyse ki artık o kapıdan geçebiliyorum.
Annerose’un muhteşem olduğunu en başından beri biliyordum.
Emilia, o küçük gizemi tamamen aklından çıkardı ve zafer kazanmış gibi yumruğunu sıktı. Ardından heyecanla elini kapıya uzattı.
Kapının kilitli olduğunu fark eden Emilia, hayal kırıklığıyla “Ah.” dedi. Anahtarı masanın üzerinde bıraktığı için şimdi ona ulaşamıyordu.
“Moral bozmanın bir anlamı yok. Tamam, tırmanmak için elimden geleni yapacağım.” Emilia’nın cesareti sayesinde geri adım atmadı, üstelik cesur ve gözü kara bir tavırla masa ayağına meydan okudu.
Bir anda, ametist rengindeki gözleri hemen yanındaki bir nesneye takıldı. Üzerinde özenle yerleştirilmiş bir hamur işi bulunan beyaz bir tabak duruyordu. Ayrıca tabağın kenarına hafifçe dayanmış bir mektup vardı ve Emilia mektubu eline aldığında üzerinde şu yazıyı okudu: “Hanımımın hediyesi başınıza bela olursa… sigorta.”

Emilia, bu kadar özgünce yazan yalnızca bir kişiyi düşünebiliyordu. “Amanın? Sakar biri anahtarı mı unuttu yoksa?”
Emilia pastayı eline aldıktan sonra ne yapacağını düşünüyordu ki yukarıdan gelen bir ses dikkatini çekti.
Masanın üzerinden ona bakan, elinde bir anahtarla uzun kuyruğunu sallayan kişi Puck’tı. Puck, büyük ve yuvarlak gözleriyle ona baktı, insanı andıran garip bir gülümsemeyle,
‘Hiç de iyi sayılmazsın. Karar vermeden önce kaydetmek en temel kuraldır, bilirsin. Hayat tatlı değil, tıpkı o pasta gibi!’
“Özür dilerim. Ne dediğini anlamıyorum. Ve esprili bir şey söylediğini de sanmıyorum.” Emilia’nın yüzünde kibirli bir ifade yer alan Puck’a söylediği şey buydu.
Ama sanki Subaru ile konuşuyormuş gibi hissetti ve başını eğdi. Puck bugün Subaru gibi davranıyordu.
‘‘Bunu bir kenara bırakırsak, oyalanmayı bırak da anahtarı bana ver. Eğer yakında malikâneye dönmezsek, herkes endişelenecek.”
‘‘Kendini endişelendirmek yerine, kendinle ilgilenmelisin. Boşluğa baktığında, bilirsin ki boşluk da sana bakar.’’
“——Orada.”
“Miyavv.”
Emilia, Puck’ın bu tavrından hoşlanmadı. Sebebi ise Puck’ın bu hâlde oldukça kendini beğenmiş görünmesiydi. Bunun üzerine zayıf ruhlarına emir verdi ve onu bir rüzgâr esintisiyle uçurdu. Puck, rüzgâra kapılıp pencereye çarptı ve anahtarı düşürdü. Emilia da anahtarı yerden kayarak yakaladı ve hemen kapının kilidini açtı.
“Tamam, Puck. Oyalanmayı bırak artık, geri dönüyoruz. Acele et de kristaline gir… Puck?” Emilia, konuşurken sanki bir çocuğu azarlıyormuş gibi arkasına döndü ancak Puck’ın artık pencere kenarında olmadığını görünce yüzü düştü. Sanki yine saklanıyordu.
“Tanrım. Bugün bana amma da çok sorun çıkartıyorsun.”
Emilia, öfkeyle kapıdan çıktı. Karşısında, bir çayır ve onun ötesinde uzanan geniş bir orman vardı. Daha önce hiç görmediği bu manzara karşısında şaşırsa da ormana doğru yürümeye koyuldu. Fakat…
“Ne kadar yürüsem de ormana yaklaşamıyorum…”
Orman gözlerinin önündeydi ancak ne kadar yürürse yürüsün, ormanla arasındaki mesafe azalmıyor gibiydi. Üstüne üstlük vücudu küçüldüğü için adımları daha küçüktü.
“Acıkmaya başladım… ah, dur.”
Üzgün görünen Emilia, pastayı paketleyip yanında getirdiğini fark etti. Çıkardığı tatlı kokulu şey, hemen iştahını kabarttı ve âdeta büyüsüne kapıldı.
Bunu alacağım, Clind Bey.
Mektubu yazan ve aynı zamanda Annerose’un uşağı olan adama teşekkürlerini sundu. Hamur işi, sanki yeni fırından çıkmış gibi kabarıktı ve dilinde dans eden tat karşısında kıvranmadan edemedi. İsteksizce hepsini tek lokmada yedi.
“Hımm? Ha?”
Emilia, bu tatlılığın tadını çıkardıktan sonra etrafına bakındığında manzaranın değiştiğini fark etti, eski boyutuna dönmüştü. Sonunda “Hanımımın hediyesi başınıza bela olursa… sigorta” tabirinin ne anlama geldiğini anladı.
“Bu, onun Clind’in gerçekten harika biri olduğuna olan inancını pekiştirdi.
“Tıpkı düşündüğüm gibi, Clind Bey gerçekten muhteşem… ve orman da bunun sayesinde hemen köşenin dibinde!”
Büyür büyümez orman artık onun ulaşabileceği bir noktadaydı. Orman hâlâ büyük görünüyordu ancak Emilia, öncekinden daha az korkuyordu.
Emilia, bir zafer kazanmışçasına yumruğunu sıktı ve gözlerini ormana dikti. “Tamam, maceram buradan başlıyor.”
Bir animenin son diyaloğuna yakışır bir söz söyledi ve hızla ormana doğru koştu.
3
——Elbette macerası burada bitmedi.
Bitmedi ama ayakları durmuştu. Bu, loş ormanda, ruhların sağladığı ışıkla yürürken olmuştu. “Orada dur bakalım. Senin gibi birinin buradan ileri geçmesini istemem, sanırım.”
Yukarıdan bir ses daha işiten Emilia, sesin kaynağını arayarak etrafına bakındı. Sonra dalda yatan bir figür gördü ve istemsizce eliyle ağzını kapattı.
Dalda yatan ve Emilia’ya uykulu gözlerle bakan kişi Beatrice’ti. Kız, süslü elbisesini ve kıvrımlarını salladı, sonra ağzındaki pipoyla duman üfledi ve alaycı bir şekilde sırıttı. “Betty’nin evine kirli ayaklarla geldiğine göre oldukça disiplinsiz bir kızsın. Betty, annenle babanın yüzlerini görmek istiyor, sanırım.”
“Beatrice, sen…”
“Hıh. Kiminle karşı karşıya olduğunu ve kime kaba davrandığını fark etmiş olsan bile artık çok geç. Eğer tövbe etmeye hazırsan Betty seni affedebili——”
“Sen küçük bir çocuk olduğun için pipo içmemelisin! Bunu ancak yetişkin olunca yapabilirsin! Subaru, bunun insanların büyümesini engellediğini söyledi!”
Emilia, küçük bir kızın pipo içtiğine tanık olduktan sonra, oldukça mantıklı bir düşünceyle
Beatrice’i uyardı. Beatrice şaşkınlıkla piposunu ağzından düşürdü ve ardından öfkeyle Emilia’ya baktı.
“Ne-Ne büyük bir hakaret bu, sanırım! Betty’ye bir çocukmuş gibi davranmak için aklını kaçırmış olmalısın! Betty saygıdeğer bir hanımefendidir! Pipo içmek hanımefendilerin ve yetişkinlerin ayrıcalığıdır!”
“Yetişkin gibi olmaya takıntılı olmak biraz çocukça…” “Hırrrr! Sanırım!”
Yüzü tamamen kıpkırmızı kesilen ve ayağını öfkeyle yere vuran Beatrice, tam anlamıyla bir öfke nöbeti geçiriyordu.
Ama aklı başında bir yetişkin olarak Emilia, Beatrice’in bu uygunsuz davranışını görmezden gelemezdi. Üstelik, Emilia ülkenin tahtına çıkabilme potansiyeli sahip bir konumundaydı.
“Geri adım atmayacağım.”
“——Ah, siz ikiniz. Bu kadarı yeter. Yoksa ormanın çiçekleri dehşete kapılacak.”
Tartışmalarını sürdürmek üzereyken gizemli bir kişi aniden araya girdi. Bu kişi, Emilia’nın önüne elini uzatmış ve daldaki Beatrice’e yukarıdan bakan siyah saçlı bir adamdı.
Ve her ne kadar bariz olsa da Emilia onu arkası dönükken tanımıştı. “Subaru?”
“Hayır, bu doğru değil, hanımefendi. Ben Subaru değilim, ben Sırıtanbaru!”
Sırıtanbaru arkasını döndü, dişlerini göstererek başparmağını kaldırdı. Ne kadar bakarsanız bakın, o Subaru’ydu. Fakat dikkatlice bakarsanız, kafasında kedi kulakları olduğunu fark edebilirdiniz. Normalde olması gereken yerde de kulakları vardı, yani toplamda dört kulağı vardı. Açıkçası bu biraz ürkütücüydü.
“Ah… Betty’nin hoşlanmadığı biri çıkageldi, sanırım.”
“Eğer öyle düşünüyorsan geri çekil Beako. Sırıtanbaru beklenmedik yerlerde ve beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Bilirsin, sabahtan diğer sabaha kadar hayatını izleyebilirim.”
“Bütün gün gözetlenmek çok rahatsız edici! Hıh, kazandığını sanma, sanırım!”
“Sanırım, sanırım…” Bu keskin son sözleri, dalların üzerinde ustalıkla süzülürken yankılandı ve ardından gözden kayboldu.
Bunu gören Sırıtanbaru, Emilia’ya dönüp şöyle söyledi,
Bir kez daha değersiz bir loliye zorbalık ettim. Yenilmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyorum.
“Beatrice’i azarlamayı henüz bitirmemiştim. Ve o kulaklar… Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Sinirlenmek üzereyim bak.”
“Kızgın yüzün de sevimli olur… Ah, ah, o kadar sert çekersen koparırsın!”
Öfkesini Sırıtanbaru’ya yönlendiren Emilia onun kedi kulaklarını çekiştiriyordu. Ancak sahte olduğunu düşündüğü kulaklar, sıcaktı ve kafasından sıkıca tutunmuştu. Sırıtanbaru, şaşıran Emilia’nın önünde gözleri dolu bir şekilde yere çömeldi.
“Neden kızgın olduğunu bilmiyorum ama böyle sinirlenmeye devam edersen herkes senden korkar. Yenilmez olmanın tadını çıkarman ve bir kızın sahip olduğu en güçlü silahı kullanman gerekiyor: gülümsemen.”
“Ne dediğini bilmiyorum ama… evet. Haklısın.”
Emilia, sinirlenmeye devam ederse insanların ondan korkacağını duyunca morali bozuldu ve istemsizce duruşunu küçülttü.
Emilia’nın morali bozulmuş hâlini gören Sırıtanbaru başını kaldırdı ve kaşlarını çattı.
“Peki öyleyse. Keyfin yerinde olmadığında yapılacak en iyi şey eğlenmek ve biraz parti havası almaktır. Seni bir çay partisine davet ediyorum!”
“Çay partisi mi?”
“Evet! Ormanın derinliklerinde, hareketli, gürültülü ve çılgın bir çay partisi!”
Emilia, Sırıtanbaru’nun hafif huzursuz edici davetiyle çay partisine çağrıldıktan sonra onun peşinden giderek ormandan çıktı. Bir süre yürüdükten sonra, ormanın içinde açık bir alan ve küçük bir ev gördü. Ormanla bütünleşmiş bu evin bahçesinde, birçok kişinin bir arada oturup keyifli vakit geçirebileceği kocaman bir masa bulunuyordu.
Ve masada ise çay partisinin misafirleri vardı—— “…Ah, senmişsin, Sırıtanbaru. Demek geldin.”
“Demek artık sadece iki adam olmayacak. Artık cenaze gibi hissettirmeyeceği için mutluyum…” Aşırı kasvetli görünen bir ikili… daha doğrusu, aşırı kasvetli görünen iki Subaru orada oturuyordu. Bu olağanüstü manzara, Emilia’yı hazırlıksız yakaladı ve ortamdaki kasvetli havayı unutmasına neden oldu.
“Ü-Üç Subaru mu? Sırıtanbaru, neler oluyor?”
“Neyden bahsediyorsun anlamıyorum. Şuradakiler Şapkacıbaru ve Martbaru. İlki şapka takıyor, diğeri tavşan kulaklı. Ayırt etmek gayet kolay, değil mi?”
Sırıtanbaru’nun açıklaması üzerine Emilia ikiliye göz gezdirdi. İkisinin de kendine özgü özellikleri vardı: biri şapka takıyordu, diğeri ise tavşan kulaklarına sahipti. Ancak kedi kulaklı Subaru onlara katılınca işler iyice karıştı. Gözleri dönen Emilia’yı bırakan Sırıtanbaru, sanki çok doğal bir şeymiş gibi bir koltuğa oturdu ve ölü balık benzeri gözleri olan iki Subaru’yu omuz silkerek karşıladı.
“Hey, hadi ama.” dedi Sırıtanbaru. “Bu kadar karamsar olma. Davetiyelerimizin karşılık bulmaması bizim için yeni bir şey değil.”
“Ama insanlar için bugünün farklı olacağını ummak normal değil mi?” diye yanıtladı Şapkacıbaru. “Belki de sinyallerde bir arıza ve bizi arayıp geç kaldıklarını haber verememişlerdir.”
“Pekâlâ, dün başladı ve tüm gece geçti.” diye ekledi Martbaru.
“Ama biri gelse bile, ben, Martbaru, kimsenin uzun süre bekletilmediğini söyleyecek kadar iyi biriyim.”
“Bunu yapma, sana âşık olabilirim.” dedi Sırıtanbaru.
“Sana âşık olurum, sana âşık olurum.” diye papağan gibi tekrarladı Şapkacıbaru. “Benim dönemim gelebilir. Benim için yeni bir dönem.” diye yanıtladı Martbaru.
Başlarını kaldıran üç Subaru, hızla birbirleriyle saçma sapan şeyler konuşmaya başladılar. Cenaze atmosferi anında kayboldu ve yerini tuhaf, dağınık ve gürültülü bir havaya bıraktı. Haklıydı. Bu hareketli, gürültülü ve çılgın bir çay partisi.
“Ah evet! Üzgün, perişan ve çaresiz olan ikiniz için bir misafir davet ettim. Bu güzel oyunum için beni alkışlayabilirsiniz.”
Şapkacıbaru “Misafir kim?” diye sordu. “Bizi böylesine heyecanlandırıp ormanda hiçbir şey yapmayan Beako’yu getireceğinden eminim. Ne kadar işe yaramaz olduğunuzu çok iyi biliyorum.”
“Eh, Beako’nun olması bile hiç olmamasından iyidir.” diye ekledi Martbaru. “Pekâlâ, o zaman sadece Beako’nun çayına bolca şeker koyalım ve buna ne kadar dayanabileceğine bahse girelim! Ben beş dakika diyorum!”
Bu oldukça cazip olsa da bugünün konuğu Beako değil, bambaşka biri.
“Ormanda bulduğum, kurumuş kalplerimizi iyileştirebilecek yürüyen bir vaha—— adı Emilia-tan!” Heyecan doruğa ulaşmışken, Sırıtanbaru eliyle ormanı işaret etti.
Beklentiyle parıldayan gözleriyle Şapkacıbaru ve Martbaru da o yöne baktılar. Ama…
“——Orada kimse yok!!” üçü birden bu şekilde bağırdı.
Dahil olmaktan korkan Emilia ise çoktan oradan uzaklaşmıştı.
4
“Geeeerçekten çok yorgunum…”
Emilia, Subaru’yla konuşmaya alışkın olduğunu sanıyordu ancak üç Subaru ile uğraşmanın hâlâ biraz fazla gelmesi şaşırtıcı değildi.
Kendini kötü hissetse de çay partisinden hemen vazgeçip ormandan tek başına çıkmıştı. Neyse ki Subaruların Çılgın Çay Partisi’nin yapıldığı yerden ormanın çıkışına kadar sadece kısa bir yürüyüş mesafesi vardı ve saatler sonra ilk kez güneş ışığına çıktığında hem bedeni hem de zihni ferahlamıştı.
“Burada öncekinden çok daha güven verici bir işaret var.”
Emilia’nın ormandan çıktıktan sonra tereddüt etmeden yöneldiği şey, önünde yükselen bir bina idi—— bildiği kadarıyla bu bina, kraliyet başkenti Lugunica’da gördüğü kraliyet sarayıyla bire bir benziyordu.
Bu bir kale. Yani burada mutlaka güvenilir biri olmalı.
Emilia artık nasıl bir çukura düştüğünü ya da burada bir sarayın olmasının ne kadar tuhaf kaçtığını düşünmüyordu. Kafasında olan tek şey, tam olarak ne olduğunu çözemediği bir şeyler yapma isteği ve Puck’a hafifçe kızmak isteyen anne içgüdüsüydü.
“Tamamdır. Ulaştım, biriyle konuşmalıyım…”
Emilia saraya ulaştı ve etrafına göz gezdirdi, insan arıyordu; sarayın etrafının çiçeklerle dolu bir bahçe ile çevrili olmasının ne kadar tuhaf olduğunu fark etmeden. Ve sonra…
“Duruşma! Duruşma başlamak üzere!”
Çiçek tarhının üzerinden yüksek sesle bağıran bir kediye çarptı. Pencereye çarptığından beri ortalıkta olmayan Puck ortaya çıkmıştı. Ve aniden, onu farkına varamadan şatoya koştu. “Yine yaptın Puck! Ve bir de duruşma çıktı… Tanrım, şakanın sırası mı!”
Emilia, Puck’ın onu görmezden gelmesine kızarak yanaklarını şişirdi, sonra da şatoya giriş yaptı. Önüne yayılan beyaz ışık, içeri girer girmez gözlerini siper etmesine neden oldu.
Çekingen bir şekilde elini yüzünden çekti ve gözlerinin önündeki manzara… “Yani burası… Mahkeme salonu mu?”
Devasa bir yerdi. Tavanı o kadar yüksekti ki görünmüyordu ve etrafı tribünlerle çevriliydi. Koltuklar seyircilerle doluydu ve etraf gürültülü bir uğultuya boğulmuştu.
“——Başını kesin.”
Salonun ucunda, acımasız bir karar veren pembe saçlı bir kız vardı.
Her zamanki gibi hizmetçi kıyafeti giymişti ancak başındaki saç süsünün yerine bir taç konmuştu; O kişi, Ram’dı.
Ram, sakin bir yüzle tanık sandalyesine baktı. Karşısında ise, nedense bağlanıp yere atılmış, kıpkırmızı bir yüzle çığlık atan Beatrice duruyordu.
“B-Betty yeniden yargılanmayı talep ediyor, doğrusu! Sanırım bu devletin tiranlığı, sanırım! Betty’ye tuzak kuruldu!”
“Başını kesin.”
“Söyleyebileceğin tek şey bu mu, sanırım? Bana bir şans ver?”
Beatrice haksız yere mahkûm edildiğini iddia etse de Ram onu dinlemedi ve onu idam etmekte kararlıydı. Mavi saçlı bir kız, Ram’ın yanına nazikçe sokulmuştu.
Küçük kız kardeşi Rem, ablasının omzuna dokunarak,
“Hey, abla. Belki de Beatrice Hanım’ı biraz dinlemelisin… ve eğer konu sadece hamur işiyse Rem onu tekrar pişirecek.” dedi.
“Peki ya Ram’ın, Rem’in pişirdiği ama Ram’ın elinden alınan pastayı dört gözle beklemesi ne olacak? Suçlunun başı halka teşhir edilip kafatası bir fincana dönüştürülene kadar bu aşağılanmanın sonu gelmeyecek.”
“Sadece bir pasta için ne kadar haince bir şey bu!” diye haykırdı Beatrice. “Sen Oni! Şeytan! Altıncı Cennet’in Şeytan Kralı!”
Ne kadar çok hakaret savurursa suçları da o kadar çok birikiyordu. Üstüne bir de Majestelerine hakaret eklenince mahkemenin atmosferinde sanki herkes onun idamını kabullenmiş gibi bir hava yaratıyordu.
İrkilen Emilia,
“Bekle!” diye seslendi. “Bekle! Bence bu ne olursa olsun çok acımasızca!”
“Yani Betty’i korumayı mı seçiyorsun? Kraliçe Ram’a meydan okuyacak kadar sosyal statünün farkında değilsin demek, velet. Ha-ha-ha.”
Emilia’nın yalvarışına, sanki sıradan bir şeymiş gibi karşılık veren kişi Puck’tı.
Elindeki tokmakla sanki duruşmayı yönetiyormuş gibi gözüken Puck, Emilia’nın tanık kürsüsüne çıkmasını emretti.
“Neyden bahsedildiğini bilmiyorum ama Beatrice o kadar da kötü bir kız değil. Kafasını kesmek çok ağır olur. Sana ne oldu Ram?”
“Bu kız Ram’la bu kadar samimi bir şekilde konuşmaya nasıl cüret eder? Ama söylediklerin doğruysa Ram’ın pastasını yemeye başka kim cesaret göstermiş olabilir?”
“Betty kimin yediğini bilmiyor… ama bu kızdan hafif bir tatlı kokusu geliyor. Betty böyle şeyleri hissedebilir, doğrusu.”
“Beatrice?!”
Yerde bağlı bir şekilde yatan Beatrice, savunması için tanık kürsüsünde duran Emilia’yı arkasından bıçakladı. Ve Emilia da bir pasta yediğinin farkındaydı. Clind’in yaptığı pasta olduğunu iddia etmek istedi ama mahkeme salonundaki atmosferde anında düşmanca bir değişim hissetti.
“Bekle, bekle! Şu anda içimde geeeerçekten kötü bir his var!”
“…Eğer bu kız gerçekten suçluysa o zaman Beatrice Hanım’ın başının kesilmesini izlerdi.” dedi Rem. “Ama ortaya çıktı, yani… vicdanı buna izin vermedi mı?”
“Sanki suçlu ben değilmişim gibi bakmayacak mısın?!”
Emilia’nın bu gidişle suçlu sayılacağını düşüncesi, betini benzini attırdı. Ama bir kez daha, acımasız ablasının yanında duran nazik küçük kız kardeş, zavallı sanığa yardım elini uzattı. “Abla, abla. Ne olursa olsun suçlu o olamaz…”
“Öyle mi? Rem öyle diyorsa doğru olabilir.”
Ram, Rem’in müdahalesiyle haddini aştığını kabul etmeye hazır gibiydi. Emilia, başını beladan kurtardığını düşünerek bir şekilde kalbini sakinleştirdi. Ve sonra…
“Doğru!” diye haykırdı Sırıtanbaru. “Emilia-tan’ın suçlu olduğunu söylemek ne olursa olsun asılsız bir suçlamadır!”
“Sevimlilik adalettir!” diye bağırdı Şapkacıbaru. “Güzel kızlar hazinedir! Emilia-tan benim waifu’m!”
“Hadi Beako’yu gözyaşlarına boğalım!” diye ekledi Martbaru. “Onu umutsuzluğun eşiğine getirmeliyiz!”
Tribünlerden gürültülü sesler yükseldi ve herkesin bakışlarını o yöne çevirdi. Beklendiği gibi, gürültü çıkaranlar art arda sahneye çıkan üç yıldızdı: kedi kulaklı, tavşan kulaklı ve şapkacı Subaru. Görünüşe göre çay partisi sona ermişti.
Ram, yan yana duran üç Subaru’ya,
“Subarular, bu hanımefendiyle tanışıyor musunuz?” dedi. Üçü birden dişlerini göstererek konuştular:
“Evet, tanıyoruz onu!” dedi Sırıtanbaru. “Birlikte çay partisi yaptık!” dedi Şapkacıbaru.
“Bence aramızda derin bir bağ var!” dedi Martbaru.
“Anlıyorum.” dedi Rem, üç Subaru’nun cevaplarına karşı memnuniyetle başını sallayarak. Ardından Emilia’ya baktı ve büyüleyici, hayranlık dolu bir gülümsemeyle,
“Hadi kafasını keselim.” dedi.
“Neeeee?!”
“Tamam. Kafasını kesin.”
“Bekleyin! Bekleyin bir saniye! Hey, bu garip değil mi?! Ne oldu birdenbire?!”
Emilia paniğe kapıldı ve yalvarmaya başladı ama ne Kraliçe Ram’ın ne de Bakan Rem’in onu dinlemeye niyeti vardı. Mahkeme salonunun kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve içeriye bir grup Puck girdi—— asker kıyafetleri giymiş hâldeki, birçok Puck içeriye hücum etti. Solunda, sağında ve her yönde Pucklar vardı.
“Haa? Tatlı mı?!”
Emilia, zırhlı, bahçıvan kıyafetli ya da garip kart kostümleri giymiş Pucklarla çevrelenince aynı anda hem mutluluk hem de korku hissetti.
“Su-Subaru!”
“Nasıl böyle oldu ki?” diye düşündü Sırıtanbaru.
“Lütfen biri bunun aslını öğrensin. Tek dileğimiz bu.”
“Ay Subaru, seni aptaaal!”
“Hihi~” diye kıkırdandı üç Subaru.
Emilia, dillerini dışarı çıkaran üç Subaru’yu izlerken, üstüne doğru koşan Puck kalabalığının içinde çaresizce kayboldu.
5
“——Emilia-tan, Dünya’dan Emilia-tan’a.”
“Şey, şey…”
Emilia’nın bilinci, birinin omzunu hafifçe sallayıp adını söylemesiyle geri geldi.
Uzun kirpikleri titredi, gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Sonra başını kaldırdı ve tanıdık bir yüzü tam karşısında gördü.
“…Subaru?”
“Evet, benim. Şok oldum, biliyor musun? Seni aramaya gittiğimde odada yoktun. Öylece uyuyakalacağını hiç düşünmemiştim. Yorgun olmalısın.”
Bir an gülümseyen Subaru, Emilia’nın sersemliğinden sıyrıldı. Hızla etrafına bakındı, buranın Roswaal Malikânesi’nin avlusu olduğunu fark etti ve derin bir nefes aldı.
“Rahatladım…”
“Hımm? Ne oldu? Korkunç bir rüya mı gördün? Tamam, eğer öyleyse koşup göğsüme atlayabilirsin. Seni kucağımda ustaca tutar, ne kadar istersen o kadar sarılırım.”
“Üzgünüm, ne demek istediğini anlamıyorum.”
Kollarını açmış duran Subaru, hayal kırıklığıyla omuzlarını indirdi. Emilia ise ona bakıp başını hafifçe yana eğdi.
Sanırım rüya görüyordum ama ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum. Ama çok gürültülüydü. O kadar gürültülüydü ki geri dönebildiğim için gerçekten mutluyum.
“Her neyse, seni bulduğuma sevindim. Akşam yemeği vakti yaklaşıyor, hadi geri dönelim. Öğleden sonraki dersleri kaçırdığını aramızda tutarım.”
“Şey… Tabii, teşekkür ederim. Gelecek sefere daha dikkatli olurum.”
Emilia, Subaru’nun elinden destek alarak ayağa kalktı, üzerindeki çimleri silkeleyip sırtını dikleştirdi. Bir şey söylemek istiyormuş gibi duruyordu.
“Subaru… şey, o…”
“Evet, ne oldu?”
Subaru ona döndü, Emilia biraz düşündü ve yüzüne baktı. Ardından:
“Eğer bir çay partisi düzenlersen kimse gelmese bile ben katılırım.”
“Varsayımsal bir durum için neden böylesine üzgün bir sonuca vardın ki?!”
Emilia, bağıran Subaru’ya bakıp kahkahalara boğuldu.
Neden diye sorulursa cevabı belliydi:
——Sanki Subaru’yu Harikalar Diyarında yalnız hissederken görmüş gibiydim.
S O N

Gerekli degil ama eglenceli bos vakti olan okusun