Bölümün ortalama okuma süresi 19 dakikadır. İyi okumalar dileriz.
Bölüm Seçici

※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Çevirmen: Bertiel
Ek Düzenleme: Qua
Redaktör: akari
Destekçiler: Donatus, Echi_dna, Akari, Nurullqhx, Atakan Soner, Misertus, shingokuz, Lewysi, Taha Kurt, Künefe, agaligim, Katlicia, Lavedos, God’s Clown, Feylix, Samte, Rusen, Saitama ama jojo referansı, Allen Walker, Kayra Poyraz, LReiN, Ebubekir, Hexa, Arda, Fatih, Drusus Carter, EcBur, ADSA, Rikka Fedaisi, Voi Van Astrea, Lavain, Ahmet B, Selim K.
Destek vermek isterseniz TIKLAYIN!
Discord’a gelmek isterseniz TIKLAYIN!
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
――“Dev Göz” İzmail, bir zamanlar Tepegöz Kabilesi’nin gözü pek yiğit savaşçısı ve klanının sarsılmaz umuduydu.
O yiğit yüzünün tam ortasındaki masmavi devasa gözüyle geleceğe tek bir tereddüt kırıntısı dahi olmaksızın dimdik bakardı. ――Yoo, bir zamanlar bakardı.
Şimdiyse İzmail’in o tek gözü, sanki zifiri karanlık gecede süzülen altuni bir ay misali, uğursuz bir alametin tezahürüydü.
İzmail: “――――”
Kabilesine şan ve şeref kazandırmak uğruna İzmail gözünü kırpmadan İmparatorluk Başkenti uğruna verilen savaşa atılmış, İmparator Vincent Vollachia’nın kellesini almak için isyancı saflarında savaş meydanına girmişti. Adının hakkını vererek kısa sürede düzenli ordunun savunma hatlarını paramparça etmiş ve şehir surlarına kadar dayanmıştı.
Ne var ki İzmail’in kahramanca ilerleyişi orada son buluverdi.
Hemen ardından kopan cehennem alevleri Dev Göz İzmail’i, peşinden gelen tüm Tepegöz savaşçılarıyla birlikte yakıp küle çevirmişti. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide bir süre tutunmayı başarsa da nihayetinde duygudan yoksun bir suikastçının hançer darbesiyle son nefesini vermişti.
Evet, can vermişti. ――Ya da en azından olması gereken buydu.
İzmail: “――――”
Topçu ateşiyle lime lime doğranan o bedenin mutlak bir ölüme kavuşmuş olması gerekirdi.
Ancak İzmail’in korkunç bir şekilde kavrulmuş ve paramparça olmuş bedeni, yeni uzuvlar filizlendirerek yeniden ayağa kalktı; silahı olan savaş baltasını omzuna atıp savaşın yakıp yıktığı İmparatorluk Başkenti’nin sokaklarında ağır ağır yürümeye başladı.
O soğuk, o cansız bedeni hareket ettiren tek şey; içinde kaynayan o amansız tiksinti ve nefret duygularıydı――
İzmail: “――Neredesin, soktuğumun canavarı?”
△▼△▼△▼△
Todd: “Bu noktaya kadar hep çer çöple karşılaştık, hayattayken ‘General’ falan olan tiplerle denk gelmedik ama ilerideki herif tam o ayarda. Baş belasının teki.”
Subaru: “General derken…”
Todd: “Arada askerî taktikleri ve stratejik dehâlarıyla öne çıkan istisnalar olsa da çoğu zaman belirleyici olan kaba kuvvetleridir. Bu herif de tam o tiplerden… Birinci Sınıf bir General’le boy ölçüşemez belki ama İkinci Sınıf General potansiyelini kesinlikle taşıyor.”
Subaru: “――――”
Todd: “Şöyle aşağı yukarı bir yetenek karşılaştırması yapsak muhtemelen hepimizi tek başına temizler.”
Todd bu umutsuz raporu, sanki havadan sudan bahsediyormuşçasına kayıtsız bir tavırla “hepimiz yok olacağız” diyerek noktaladı.
Böylece onları bekleyen o dehşet zombinin tüm grup için ne denli ölümcül olduğunu ve bu ana kadar onları koruyan kör talihlerinin artık sonuna geldiklerini vurgulamış oldu.
Katya: “A-Ama sen kurnazsın, mutlaka bir yolunu bulursun, değil mi? Şu ana kadar bu çocukların da yardımıyla ne kadar iyi idare ettin.”
Katya gözlerini Todd’a dikmiş, sesi yükselmiş bir hâlde söyledi.
O “çocuklar” diye bahsettiği kişiler; büyüyle zombileri kristal heykellere çeviren Subaru’yla Beatrice ve aradan sıyrılmaya çalışan düşmanları haklayan da Tanza’ydı.
Neyse ki Louis ve Rem’in peşlerindeki diğerlerini korumak için şu ana dek devreye girmesine gerek kalmamıştı. İki ana saldırganla Todd’un soğukkanlı muhakemesi birleşince ekibin bu noktaya kadar gelmesini sağlamıştı.
Ancak――
Todd: “Arada belli bir güç dengesi varsa kaba kuvvet işe yarayabilir. Ancak karşıdaki rakiple aranda dağlar kadar fark varsa kaba kuvvetin hiçbir anlamı da kalmaz. Sonuçta rüzgâr ne kadar sert eserse essin, koca bir kaleyi yerinden asla sökemez.”
Katya: “Ih…”
Flop: “Yani bu yoldan gitmenin pek akıl kârı olmadığını düşünüyorsun, değil mi Asker-kun?”
Todd: “Evet. ――Demeyi isterdim ama rotamızı da öyle kolayca değiştiremeyiz.”
Flop’un cümlesinin yarısında başını sallayarak onaylasa da ardından iki yana salladı. Başını geldikleri yola, Kristal Saray’ın olduğu tarafa çevirdi.
Todd: “O taraftaki savaş da bitmiş anlaşılan. Su yakında buraya ulaşır.”
Todd’un bu duygusuz tespitiyle aynı anda, uzaklardan gökyüzünü yırtan bir kükreme duyuldu.
Onunla aynı yöne baktıklarında da Kristal Saray’ın yanında Ejderha’yla çarpışan devasa insansı figürün iki dizinin de parçalandığını ve çöken bedeninin sarayın etrafını yıkarak devrildiğini gördüler.
Yoğun duman perdesinin hemen ardında o devasa tanrıyı alt eden Beyaz Ejderha, zaferini ilan eden bir savaş narası kopardı.
O manzarayla birleştiğinde zombiler de dahil, hiçbir canlı; kulak tırmalayıcı bir şekilde yankılanan o sesin bir zafer narası olduğunu anlamayacak kadar aptal değildi.
Todd: “Deminki tahminimiz doğru çıkarsa…”
Subaru: “Geldiğimiz yoldan geri dönüp yeni bir yol bulmaya kalkarsak buna vaktimiz olur mu hiç emin değilim.”
Beatrice: “Öyle, sanırım.”
Bu, onları adım adım köşeye sıkıştıran bir çıkarımdı. Ama başka çareleri kalmadığı için akla gelen bu gidişatı sesli dile getirdiklerinde de Subaru’nun elini tutan Beatrice de onun düşüncelerini onayladı.
Todd bu sözler üzerine çenesini geri çekerken Tanza “Peki,” diyerek mütevazı bir şekilde elini kaldırdı.
Tanza: “O hâlde çıkmaza girmiş bulunuyoruz, doğru mu? Önümüzde başa çıkamayacağımız bir düşman var, geri dönmeye kalkarsak da zaman yok.”
Flop: “Haha, Tanza Hanım, bu vardığınız sonuç insanı fena hâlde geriyor. Sadece bize verilen bilgilere bakarsak tam bir çıkmazda gibiyiz. Ama eminim ki hâlâ atabileceğimiz adımlar vardır!”
Tanza: “Mesela?”
Flop: “Orasını ben bilemem! Ama eminim aramızda bilebilecek biri vardır, haksız mıyım?”
Flop’un bu sözleri üzerine duygularını pek dışa vuramayan Tanza, yuvarlak kaşlarını çatarak bakışlarını çevirdi.
Böyle anlarda güvenilecek biri mevzusu açıldığında insanların aklına kendisinin gelmesi, Subaru’yu hem mutlu ediyor hem de minnettar hissettiriyordu. Bu bir baskıydı, evet ama aynı zamanda bu beklentileri karşılama zorunluluğunu da ateşliyordu.
Dahası――
Rem: “Bir şekilde… halledebilir misin?”
Evet, Subaru’dan umudu olan tek kişi Tanza değildi.
Subaru: “――――”
Katya’nın oturduğu tekerlekli sandalyeyi iten ve parmak eklemleri bembeyaz kesilene kadar sandalyenin tutamağını sıkan Rem, titreyen soluk mavi gözleriyle ona bu soruyu yöneltmişti.
Hemen önündeki Katya’nın Todd’a duyduğu o sarsılmaz, mutlak güvenle kıyaslandığında da Rem’in ona duyduğu bu his; kumdan bir kale yahut incecik bir buz tabakası kadar kırılgandı.
Yine de bu kadarı bile Subaru’nun yüreğini coşturmaya yetmişti.
O ana kadar tüm dikkatini yanlarında yürüyen Todd’a karşı tetikte olmaya veren Subaru, şimdi tüm odağını yeniden eldeki göreve çevirip zihninin tüm çarklarını sonuna kadar çalıştırabildi.
Todd: “Gidecek miyiz dönecek miyiz, çabuk karar vermezsek vakit kalmayacak.”
Subaru daha derin düşüncelere dalmışken Todd âdeta onu dürtmek istercesine acil durum şartlarını yeniden önlerine serdi.
İleri atılırlarsa ihtiyaç duydukları tek şey saf güç olacaktı. Geri dönerlerse de ihtiyaç duydukları tek şey şans ve zamandı. ――Subaru “Ölümden Dönüş” hakkını kullanacağını varsayarsa ikinci seçeneğin, yani geri çekilmenin başarı şansı daha yüksek olabilirdi.
Subaru: “Yoo, bundan o kadar da emin olamam ki.”
“Ölümden Dönüş”ü defalarca tekrarlayıp tüm yanlış yolları tek tek elerse ortada ulaşılması gereken bir “hedef” olduğu varsayımıyla eninde sonunda en kısa yoldan başka bir çıkış kapısına ulaşabilirdi.
Ama ya denedikleri hiçbir rota onları zamanında hedefe ulaştıramazsa? O zaman geri dönme seçeneğinin hiçbir anlamı da kalmazdı.
Öte yandan, savaşma seçeneğini tercih ederlerse de――
Subaru: “Güçlü bir düşmana karşı savaşabilecek olanlar…”
Subaru’yla birlikte kaçan bu grupta, dişe dokunur bir savaş gücü olarak sayılabilecekler; Subaru’yu destekleyen Beatrice, Louis, Tanza ve bir de Todd’dan ibaretti. İdra’ysa ancak yedek oyuncu sayılırdı.
Bu kadro içinde Subaru, Beatrice için âdeta bir bonus gibiydi ve İdra’yı da Rem, Katya, Flop ve sahte Veliaht Prensler gibi savaş gücü olmayanları korumakla görevlendirmek istiyordu.
Hâl böyle olunca da cepheye sürülebilecek fiili dört kişi kalıyordu; Beatrice, Louis, Tanza ve Todd. İşin trajikomik yanı, güvenebileceği yegâne kişilerin bir avuç küçük kız olmasıydı ve şu an bu duruma gülüp geçecek lüksü de yoktu.
Subaru tam da bunları düşünürken…
Subaru: “――――”
Subaru, düşünceli bir hâlde elini çenesine koymuş başını kaldırdığında da bakışları tam da o anda kendisine doğru dönen Todd’unkiyle kesişti.
O an Subaru’nun beyninde bir şimşek çaktı. Hissettiği bu elektriklenme, hem acı verici derecede buruk hem de tuhaf bir şekilde güven vericiydi.
Bunun sebebiyse――
Subaru ve Todd: “――O zombiyi devireceğiz.”
——İkisi de aynı anda aynı sonuca varmış ve bunu başarmak için gereken şeyin, güç ve zekâyı birleştirmek olduğunu ruhlarının en derininde hissetmişlerdi.

△▼△▼△▼△
――İzmail çevresindeki hengâmeden farklı, kulak tırmalayıcı o gürültüyü duyduğu anda olduğu yerde döndü.
İzmail: “――――”
O eski, kavrulmuş bedeninin yerini şimdi yepyeni ama derin çatlaklarla dolu bir beden almıştı. Tepegöz Kabilesi’nin kahramanı İzmail, bacaklarını iki yana açıp sağlam bir duruş aldı ve o tek gözüyle yaklaşmakta olan devasa gölgeyi yakalamak için bedenini alçalttı.
İzmail’in durduğu sokağın üzerine doğru bir parabol çizerek uçan şey -şaka gibi görünse de- olduğu gibi yerinden sökülmüş, İmparatorluk Başkenti’nin evlerinden bir tanesiydi.
Zorla yerden koparılmış ve fırlatılmıştı; enkaz parçaları bir ekmek somunundan dökülen kırıntılar misali etrafa, duvarlara ve yere saçılıyordu. Elbette bu manzaraya kırıntı desem de o kadar da şirin değildi, normal bir insan evladı bu şeyin altında kalsa kesinlikle ezilip hamur olurdu.
Ne var ki――
İzmail: “――Amma yavaş!”
“Dev Göz” İzmail, “normal insan” tanımının çok ötesindeydi.
Uçan ev, sokağın tam ortasına düşecek şekilde bir yörünge izliyordu. Sokağın solu ve sağı enkazla tıkalı olduğundan dolayı da İzmail’in ileriye veya geriye kaçmaktan başka çaresi yoktu.
Fakat kasten bir kaçış yolunun bırakılması, düşmanın tuzağına düşmek demekti.
Bu yüzden İzmail ne ileri ne de geri kaçtı, bunun yerine savaş baltasını havaya kaldırdı.
Bu, iki güçlü savaşçının bile yerinden kıpırdatmakta zorlanacağı devasa bir baltaydı ancak İzmail onu bir tüy gibi kolayca savuruyor, önüne çıkan her engeli tereyağından kıl çeker gibi kesip biçiyordu.
Ve bu kez de üzerine fırlatılan ev aynı kaderi paylaştı.
Temas ettikleri o salisede baltanın keskin ağzı aşağıdan yukarıya doğru bir kavis çizdi, evin ön cephesine saplandı ve o koca binayı, sanki dev bir adamı kasıklarından başlayarak boydan boya ikiye ayırır gibi dikey bir hamleyle ikiye böldü.
İkiye ayrılan ev; içinde kalan mobilyaları, tabak çanakları ve kıyafetleri sokağa saçarak İzmail’in bedenine zarar veremeden bir ev olarak görevini tamamladı.
Fakat――
İzmail: “――Hık.”
Bu görkemli hamlesini yapar yapmaz, bir taş parçası vınlayarak doğrudan İzmail’in suratına doğru geldi.
Elbette ki görme yetisi diğer tüm ırklardan kıyas kabul etmez derecede üstün olan Tepegöz Kabilesi’ne karşı böyle numaralar sökmezdi. İzmail başını hafifçe yana yatırıp uçan mermiden sıyrıldı ve evin geride bıraktığı toz bulutunun içine dalarken o tek gözünü kıstı.
Ev ve taş, ikisi de aynı yönden fırlatılmıştı. “Düşman” oradaydı.
――Tepegöz Kabilesi’nin kadim göz tekniği sayesinde, İzmail’in gördüğü dünya değişti.
Bir hedefin duygularını renklere bakarak okuyabilen gözü, saldırının geldiği taraftan titreşen birden fazla “kırmızı” gördü. ――Bu, “savaşma arzusu”nun rengiydi.
İşte bu, arzuladığı bir şeydi. İzmail’in tüm bedeni yeniden güçle dolup taştı.
İster İmparatorluk Başkenti kuşatmasında olsun ister haydutlarla ya da başka ırklarla yapılan bir savaşta olsun; içinde bir savaşçının rengini taşımayanlarla dövüşmekten daha aşağılayıcı, daha onur kırıcı hiçbir şey yoktu.
Savaşçı savaşçıya, yiğit yiğide… Yalnızca böyle bir kapışmada yeteneklerin çarpışmasının bir değeri, bir anlamı olabilirdi.
İzmail’in o sözde ölü bedenini harekete geçiren şey; bu evrensel savaş sanatının onurunu kirletenlere karşı duyduğu o muazzam düşmanlığın ta kendisiydi.
İzmail: “Bu bir savaş――”
Toz toprak içindeki sokaklara adımını atan İzmail’in bedeni, düşmana doğru atıldı.
Az önceki gibi taş mermiler onu durdurmak için yeniden fırlatıldı, hemen ardından da bir başka devasa mermi geldi, parabolik bir yörünge çizen yeni bir ev. Yine de İzmail, bunun korkakça ya da zayıf işi bir taktik olduğunu düşünmedi.
Bunun takdire şayan bir taktik olduğunu düşündü. Saygı duyulması ve tam da bu yüzden yok edilmesi gereken bir taktikti.
İzmail: “Bir savaşçının ölümü ancak bir savaşçının elinden olmalıdır.”
Üzerine yağan taşların hızı ve isabet oranı bi’ hayli yüksekti. Her ne kadar minimal eğilmelerle ve kaldırdığı savaş baltasının tersiyle darbeleri savuşturarak karşılık verse de eğer temiz bir darbe alacak olursa kemiklerinin tuzla buz olacağı aşikârdı.
Havaya fırlatılan o devasa evinse hedefini anında savaş dışı bırakacak korkunç bir güce sahip olduğunu söylemeye bile gerek yoktu.
Ancak――
İzmail: “Bir şeyleri sadece siz havaya fırlatacak değilsiniz ya!”
Kükreyen İzmail savaş baltasını savurdu, ikinci “evden gülleyi” de paramparça etti ve silahının keskin ağzını sokağın zeminine öyle bir hiddetle sapladı ki İmparatorluk Başkenti’nin taşlarını yerinden söktü.
Yeri yarmaya devam ederek uzun bacağını savurdu ve kopardığı enkazı bir saçma seli gibi ileriye doğru fırlatmak için güçlü bir tekme patlattı. Elbette ki bunun sokağın diğer ucundaki düşmana karşı etkili bir darbe olmasını beklemiyordu.
İzmail: “Bu sadece dikkat dağıtmak için ama…”
Tepegöz Kabilesi’nin aksine özel gözlere sahip olmayan diğer ırkların, etraflarında dans eden böyle yoğun bir toz perdesinin arkasını görmelerine imkân yoktu.
İzmail, sokağa saçılan enkazın ve toz bulutunun ardına gizlendi. Bu siper, üzerine yağan taşlardan isabet alma olasılığını bariz bir şekilde azaltmıştı ve ona yeniden ileri atılmak için kısa bir soluklanma fırsatı verdi.
İzmail: “Kocaman bir adamla küçücük bir kız…”
İzmail, duman perdesinin aralığından karşı tarafa göz attığında da manzarayı net bir şekilde seçebildi; bir adamla küçük bir kız vardı.
Adam fırlattığı taşlarla İzmail’i meşgul tutma görevini üstlenmişti, yanındaki o küçük kız da koca koca evleri temelinden söküp devasa gülleler gibi havaya fırlatıyordu.
Çaba harcadıkları, uyumlu oldukları kesindi. Ama aynı zamanda insanın içine kurt düşüren şey de hareketlerindeki o bariz toyluktu.
Savaş meydanlarında pişmiş olan İzmail, durumu anında çözmüştü.
Saldırıya geçen bu ikili, doğuştan savaşçı falan değildi. Ancak her nasılsa içlerinde bir savaşçı ruhu yeşertmeyi başarmışlardı, saldırının hedefinde olan İzmail’in bile buna saygı duyduğu bir ruhtu bu.
Bazen harp meydanı, bir acemiyi bir anda cengâvere dönüştürebilirdi.
Şu an o adamın da o kızın da başına gelen şey tam olarak buydu.
İzmail: “Fevkalade.”
Övgüyle mırıldandı. Onlara duyduğu bu saygının gereği olarak onları ne pahasına olursa olsun öldürmeliydi.
Mutlak bir kusursuzlukla zerre tereddüt etmeden, en ufak bir hataya yer vermeden onları katletmeliydi. Varlıklarının son kırıntısına kadar onları yok etmeli, hayatı boğazlarına tıkamalıydı.
Onları lime lime etmeli, kafalarını koparmalı ve deşip çıkardığı kalplerinin kanını kana kana içmeliydi――
İzmail: “――――”
Zihninin derinliklerinde ölüme, kana ve taze canlara duyduğu o vahşi, o yakıcı arzunun kabardığını hissedebiliyordu.
Tam o esnada İzmail üçüncü “ev güllesini” de yarıp geçerken binanın pencere camları tiz bir çığlıkla paramparça oldu ve o an, camda kendi yansımasını gördü.
İzmail gülümsüyordu.
Ağzının kenarları, içinde tek bir damla gerçek kan dolaşmayan o soğuk bedeninde kaynayan habis ısıyı alkışlarcasına çarpılmıştı. Sadece kan kokan, hayattayken yüzüne bir kez bile takınmadığı o iğrenç, o habis gülümsemeydi bu.
İzmail: “Haha, hahaha, HAHAHAHAHA!”
Bu gülümsemeden tiksinmek şöyle dursun, içinde şiddetli bir coşku kaynamaya başladı ve bu coşku, bir kahkaha seli olarak dışarı taşıp patladı.
Güldü, gülmeye devam etti ve tam o sırada üzerine yağan taşlardan şans eseri birini baltasıyla savuşturdu. Bir sonraki “ev güllesine” doğru daldı ve âdeta bir intihar saldırısı yaparcasına savaş baltasıyla onu da delip geçti.
Onlar geri çekilirken üzerine bir şeyler yağdırmaya devam eden o iki savaşçıya―― yoo, avına doğru atıldı.
Savaş baltasını onların son direnişi gibi görünen beşinci binaya doğru savurduğu anda, İzmail içinde kaynayan o “kanın” alkışını, gerçek kanla kutsamaya hazırlanıyordu ki――
???: “――Tahmin ettiğim gibi tek gözün olunca görüş alanın da daralıyor, di’ mi ya?”
İzmail: “――――”
Ev, parabolik bir yay çizerek üzerine geliyordu. Baltasıyla evin ön kapısını parçalayıp o yıkıcı gücü tüm binaya yayacak ve bükülen yapı malzemelerinin tamamının bir sabun köpüğü gibi patlamasına neden olacaktı.
Ama tam bu olmadan bir an önce, “birinin” alaylı sesi İzmail’in kulak zarlarını deldi geçti.
――Yoo, yooyooyoyooyoyooyo, kesinlikle olamaz.
Bu ses, öylesi “sıradan” birine de ait değildi.
O ses, İzmail için olabilecek en iğrenç şeydi; habisliğin sembolü, nefretin mutlak hedefiydi.
İzmail: “SEN!!――”
Az önceki coşkusu bir anda sönüp gitmiş, buz gibi bir kana susamışlık İzmail’in tüm bedenini ele geçirmişti.
İzmail’in faltaşı gibi açılmış, siyaha bulanmış altuni gözünün gördüğü tek şey yıkık evin zeminine yüzüstü uzanmış, turuncu saçlı bir İmparatorluk Askeri’ydi――
――Hiç şüphe yoktu ki bu, İzmail’in “Ölüm”üne sebep olan ezeli düşmanının ta kendisiydi.
İzmail: “――RAAAAAAĞĞĞĞHHHHH!”
O an, saf bir öfke patlamasıyla bedenini büken İzmail’in savaş baltası yörüngesini değiştiriverdi.
Evi tam ortadan ikiye ayıracak olan dikey darbe, bir anda eğik bir yörüngeye büründü ve tam da yüzüstü yatan İmparatorluk Askeri’nin üzerine inmek üzereydi ki――
İzmail: “――Ah.”
Tam tüm gücünü yeminli düşmanına bindirmek üzereyken kendi savaş narasının hiddetiyle ileri atılan İzmail’in görüş alanından İmparatorluk Askeri aniden kayboldu.
Kaybolmak deyimi de öyle yüksek hızda hareket etmek gibi bir şey de değildi; bu boyuta ait olmayan bir şeyle, kelimenin tam anlamıyla buharlaşıp yok olmuştu.
İzmail: “――――”
Bir sonraki anda da İzmail’in düşünceleri tamamen siyah ve beyaza büründü.
Yeminli düşmanına karşı kabaran o muazzam nefret hedefini şaşırmıştı ve zihni, bu akılalmaz şeyin yarattığı bir boşlukla doluverdi.
Ama tam o andan bir salise önce İzmail’in “Dev Gözü” bir gariplik, bir tutarsızlık yakalamıştı.
Yere yüzüstü uzanmış o nefretlik düşmanın o habis formunun deri kemerine sıkıca yapışmış uzun, altın sarısı saçları olan küçük bir kızı fark etmişti.
İzmail: “――――”
Bunun sebebi neydi, arkasındaki niyet neydi bilinmez. Ama İzmail, bu bilginin önemsiz olduğunu düşünmüyordu.
Her ne kadar kısa bir süre karşılaşmış olsalar da o İmparatorluk Askeri’nin düşüncesizce yanına gereksiz yük alacak biri olmadığına dair sarsılmaz, olumsuz bir güvendi bu; İzmail’in aklını başından alan bir güvendi bu.
Ve tam o anda――
İzmail: “――Gağh?!!”
Delici bir darbe İzmail’in sol omzunu delip geçti ve acı dolu bir feryat kopardı.
Yıkımı yarıda kalan evin duvarlarını delip geçen ve ister isabetli bir nişan ister kör bir şans olsun, İzmail’i bulan o şey yüksek hızda fırlatılmış bir taştı.
O taşın isabet etmesi hâlinde kemiklerinin kırılacağını düşünmüştü ve bu düşüncesiyle uyumlu olarak darbenin gücü İzmail’in sol omzunun şiddetle patlamasına neden oldu, bedeni acıyla bağırmaya başla―― Yoo, başlamadı.
İzmail’in bedeni kan rengini çoktan kaybetmişti ve derisi yer yer çatlaklarla doluydu. Taş ona çarptığında da korkunç derecede kısa ve tok bir ses yankılandı ve omzu paramparça oldu.
Tıpkı İzmail’in kendisi de o yıkılmış evlerin pencere camlarından farksız, kırılgan bir malzemeden yapılmış gibiydi.
İzmail: “――――”
Bir anlığına, sol kolu tuzla buz olurken İzmail’in düşünceleri donakaldı.
O şaşkınlığa rağmen beklediği o keskin acının yokluğu, düşüncelerinin darmadağın olmasını engellemişti. Bu sayede de bir sonraki değişimi gözden kaçırmadan soğukkanlılığını koruyabildi.
İzmail: “Kolum…”
Omzundan koparak eğik duran evin zeminine düşen kolu, sanki zamanı geriye sarıyormuşçasına akılalmaz bir hareketle yeniden oluşmaya başladı; çatlaklar kapandı, dağılan parçalar yerine döndü ve kol bütünüyle eski hâline kavuştu.
İki saniye bile geçmemişti ki o parçalanma sanki hiç yaşanmamış gibiydi.
İzmail: “Hah!!――”
Hiç vakit kaybetmeden savaş baltasını sağ elinden taptaze onarılmış sol eline geçirdi ve sanki yeni uzvunun sağlamlığını denemek istercesine İzmail baltayı savurdu, bu kez hedefi az önce üzerine atılan o yarı yıkık ev güllesiydi.
Taş ve ahşap karışımı binayı un ufak ederek enkazın içinden dışarı fırlayan İzmail, tam o anda yaklaşmakta olan düşmanlık hissine doğru sağ elini uzattı.
Havada vınlayarak gelen yumruk büyüklüğünde bir taşı, avcunu tamamen açarak havada kaptı.
O darbeden kaçınmaya çalışmayıp doğrudan göğüsleseydi sağ elindeki kemiklerin acıyla tuzla buz olması işten bile değildi. Ancak İzmail’in bedeni, bir insan bedeninin kırılma kaidelerinden aşıp daha çok cansız bir nesne gibi parçalanıyordu.
Ve hemen ardından, bir insan bedeninin iyileşme kabiliyetinin çok ötesinde bir yenilenme gücüyle eski hâline dönüyordu.
İzmail: “Bu bedenin… asıl gücü bu demek!..”
Kendini içinde bulduğu bu doğa dışı durumdan bilinçsizce uzaklaşan İzmail, içini kavuran bir nefretle hareketlendi.
Akıl sır ermez bir dirilişle ona bahşedilen bu habis beden İzmail’i kan, acı ve hatta yaşamın kendisi için vazgeçilmez olan “Ölüm” kavramından bile fersah fersah uzaklaştırmıştı.
Mademki böyleydi――
İzmail: “――Hah.”
Keskin bir nefes verdi ve hemen aşağısında arzuladığı o manzarayı gördü.
Bir süredir kendisine amansızca saldıran o adamla küçük kız… ve onların hemen arkasında duran o kişi tam saldırısı ona ulaşacakken ortadan kaybolan o korkak, o ezeli düşmanıydı.
Akılalmaz bir teknikle İzmail’in gözünün önünden kaybolduğu anda o ikisinin arkasında belirivermişti. Demek o “savaşçılar” bu korkakla iş birliği yapmıştı.
İşte o an, az önce o iki savaşçıya duyduğu hayranlık tam tersine döndü ve kaskatı bir nefrete dönüştü.
İzmail: “Hepiniz, savaşla böylece alay etmenizin bedelini canlarınızla ödeyeceksiniz!――”
Az önce havaya uçurduğu evin kalıntılarından güç alarak kendini fırlatan İzmail’in bedeni bir ok gibi ileri atıldı.
Bedeni o alçaklara doğru dosdoğru yol alırken küçük kız bir sonraki evi yerinden sökmeye vakit kalmadığını anlamış olacak ki o da yanındaki sakallı adam gibi taş fırlatmaya başladı.
Ancak――
İzmail: “――Faydasız, faydasız, HİÇBİR İŞE YARAMAZ!”
Gelen taşları savuşturmak için savaş baltasını kullanmaya tenezzül bile etmedi, taşlar İzmail’in bedenine yüksek hızla çarptı. Ancak bu darbeler ne İzmail’in hızını kesebildi ne de cesaretini kırabildi.
Bedeninin bir parçası taşla vurulup paramparça olsa bile anında eski hâline dönüyor, zerre hasar almıyordu.
Gerçek yaşam hissini çoktan terk etmiş bu yeni bedenle İzmail, o gerçek yaşam hissini başkalarının kanına bulanarak elde etmeye çalıştı ve tam da düşmanlarının donakalan suratlarına doğru――
İzmail: “――――”
——Elini uzatmak üzereyken bir şey fark etti.
O sakallı adamın da kimonolu küçük kızın da ve o nefret edilesi baş düşmanı bellediği İmparatorluk Askeri’nin de… hiçbirinin yüzü gerçekten “donup kalmamıştı”.
Göz tekniğiyle baktığında da sakallı adam ve kız hâlâ kıpkırmızı görünüyordu, ezeli düşmanı da yine masmaviydi. Tam bu renkleri tespit ettiği anda da olan oldu.
――İzmail, tam düşmanlarının üzerine atılacakken arkasında yeni bir varlığın belirdiğini hissetti.
İzmail: “――Hık.”
Savaşçı içgüdüleri alarm zillerini çalarken İzmail havanın ortasında burgu gibi dönerek o varlığa doğru baktı.
“Dev Gözü” ardına kadar açılmıştı ve altuni gözüne yansıyan o suret, bir anda arkasına geçmeyi başarmıştı―― Yoo, o tek kişi de değildi. Orada üç silüet daha vardı.
Siyah saçlı bir velet ve onun kollarında elbiseli küçük bir kız. Ve az önce ezeli düşmanının yanında olması gereken o sarışın kız, şimdi bu veledin sırtına yapışmıştı.
Üçü de ufacıktı lakin içleri parlak kırmızı bir savaş ruhuyla alev alev yanıyordu ve ellerini havaya kaldırmışlardı.
???: “El――”
O mırıldanan büyülü sözcükle beraber, İzmail’in savaşçı içgüdüleri derhâl enkazdan destek alıp kaçınmak için harekete geçmeye çalıştı.
Ne var ki İzmail bu içgüdülerini dizginledi ve savaş baltasını savurmak için kolunu gerdi. Düşman saldırısından kaçınmayacak, onu durdurmayacaktı; o saldırıyı göğüslerken karşı saldırısını yapıştıracaktı.
Eski bedeniyle yapması imkânsız olan bu hareket, şimdi düşmanlarını tek hamlede biçip geçebilecek olası bir saldırıydı ki――
???: “Minya!!――”
Ametist rengi bir parıltı ateşlendi ve İzmail, dosdoğru üzerine gelen o ışığı yakalamaya cüret etti.
O anda karşı saldırısına başlamayı planlayan İzmail, bir şeyi fark edememişti.
――Tepegöz Kabilesi’nin kahramanı -o efsanevi “Dev Göz” İzmail’in- normalde asla böylesine aptalca ve küstahça bir seçim yapmayacağını fark edememişti.
#Böylelikle İzmail’in kafasına ametist rengindeki kristali atmış olduk. Fakat bununla ölecek mi bilemiyorum çünkü bana nedense bununla devrilemeyecek gibi geliyor ama bakalım. Sonraki bölümde onu alaşağı etmiş miyiz? Sonraki bölümde görüşmek üzere!

Tüm ekibinize çok teşekkürler. Sizin uğraşlarınız sayesinde Re:Zero’yu okumaktan mahrum kalan insanlar artık okuyabilecek hale geldiler. Size ne kadar minnettar olsam azdır. Tekrardan çok teşekkürler, saygılar ve hepinize kolay gelsin…
İsmail güçlü olabilir ama pek akıllı değil sanki . Yetiştim bölümlere sonunda çevirileriniz ve gösterdiğiniz emek için teşekkürler
Elinize sağlık