Bölümün ortalama okuma süresi 52 dakikadır. İyi okumalar dileriz.
Bölüm Seçici

※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Çevirmen: Bertiel
Ek Düzenleme: Qua
Redaktör: akari
Destekçiler: Donatus, Echi_dna, Akari, Nurullqhx, Atakan Soner, Misertus, shingokuz, Lewysi, Taha Kurt, Künefe, agaligim, Katlicia, Lavedos, God’s Clown, Feylix, Samte, Rusen, Saitama ama jojo referansı, Allen Walker, Kayra Poyraz, LReiN, Ebubekir, Hexa, Arda, Fatih, Drusus Carter, EcBur, ADSA, Rikka Fedaisi, Voi Van Astrea, Lavain
Destek vermek isterseniz TIKLAYIN!
Discord’a gelmek isterseniz TIKLAYIN!
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Hayvan pençeleriyle toprağı sıkıca kavrayıp sanki yeryüzünü yerinden sökecekmiş gibi bir güçle ileri atıldı.
Akıllarını ve dövüş ustalıklarının her zerresini kullanarak meydanı ele geçirmeye çalışan yoldaşları. Onlara bir nebze olsun yardım edebilmek için Frederica Baumann, bütün çevikliğiyle savaş alanını baştan sona kat ediyordu.
Altın saçlı, görkemli leopar, rüzgârı yararak ilerledi; ulak görevini bütünüyle üstlenmişti. Zira savaş alanında koşturanların arasında, hız bakımından ikinci sırada geliyordu.
İmparatorluk Ordusu’nun düzenli askerlerin ezici üstünlüğüne rağmen isyancıların direnebilmesinin tek nedeni, Otto Suwen’in topladığı istihbaratla Abel’in bunu ustaca yönetmesi ve Frederica’nın bilgiyi vakit kaybetmeden aktarabilmesiydi.
Frederica kendi katkısının farkında olsun ya da olmasın, artık elinde en kritik bilgiyle toprağı tekmeleyerek ileri atıldı; taşıdığı bilginin etkisi bambaşka olacaktı.
Bu bilgi de şuydu――
Frederica: “――Topraklarda bir değişimin alametleri olduğuna dair, efendim ve kardeşimden mesaj var.”
Derin, hırıltı soluklarla biriken yorgunluğa rağmen bedenini zorlayarak ulaştığı karargâhta hayvan formunu bozan Frederica, çıplak tenini sergilemekten çekinmeksizin alelacele raporunu verdi.
Savaş meydanını boydan boya geçerken ölüm kalım mücadelesinden sağ çıkan Garfiel, zaferiyle övünmek yerine beti benzi atmış bir ifadeyle bu sözleri ona emanet etmişti.
Kan revan içinde kalan Garfiel, Frederica’nın hayal bile edemeyeceği bir ölüm kalım savaşını geride bırakmıştı. Kardeşinin bu mücadelesini yüceltme isteği, gene onun çaresiz yakarışları karşısında ertelenmek zorunda kalmıştı.
Şans eseri, Uçan Ejder Filosu’yla takviye kuvvet olarak gelen Roswaal onun yanındaydı; Garfiel, yardımı aşktaki rakibinden geldiğini kabullenmek istemese de Roswaal’ın desteği hayati bir değer taşımıştı.
???: “――Pek somut değil. Detaylar?”
Frederica: “Bilmiyorum efendim. Kardeşimin ilahi korumasından gelen bir sezgiden ibaret. Ancak…”
???: “Ancak?”
Frederica: “Kardeşimin sezgileri, iyi ya da kötü olsun, her zaman doğru çıkar.”
Buna vahşi bir içgüdü mü demeliydi, bilinmez ama hayatında bir gün bile gerçek anlamda “vahşi” olmamasına rağmen Garfiel’in sezgileri bir canavarınki kadar keskindi. Gündelik hayatta pek işe yaramaz, hatta Ram’ın önünde sık sık rezil olmasına neden olurdu ama konu savaşa gelince güvenilirliği tartışılmazdı.
Bu yüzden Frederica, zerre tereddüt etmeden ana kampa koşup gelmişti.
???: “――――”
Frederica’nın yakarışlarını dinleyen Serena Dracroy―― İmparatorluğun Yüksek Kontesi ve Uçan Ejder Filosu’yla yardıma yetişen görkemli kadın, düşüncelere gömülmüş bir hâldeydi.
Rivayetlere göre onu buraya çağıran Roswaal’ın ta kendisiydi. Roswaal’ın çevresindekiler arasında yer alan bir kadının iradesinin güçlü olacağı da aşikârdı. Kaldı ki Roswaal’ın tanıdıklarının ortak yönü -kişiliklerinden bağımsız olarak- kabiliyetlerinin daima kusursuz oluşuydu.
Nitekim, başkomutanın yokluğunda onun yerini dolduran bir vekil olarak ana kampta büyük bir orduya dönüşen isyancıların tüm hareketlerini bizzat yönetiyordu.
???: “Frederica-sama! Üzerinize giyecek bir şey getirdim!”
Frederica, düşünceli bakışlarını Serena’nın yüzünde gezdirirken arkasından omuzlarına bir kırmızı pelerin bırakıldı. Bu pelerin, yalnızca Vollachia İmparatorluğu’nun generallerine layık görülen bir simgeydi fakat onu zarif bir incelikle Frederica’nın üzerine örten kişi, bu nişanenin anlamını bilmiyordu.
Bu yüzden de bu saf iyi niyet Frederica’yı mutlu ederek gülümsemesine neden oldu.
Frederica: “Teşekkür ederim, Schult-sama. Böylesine uygunsuz bir hâlde olduğum için özür dilerim.”
Schult: “Yoo, özür dilemeyin! Frederica-sama onca insanın arasında koşturup durdunuz! Bence bu çok takdire şayan bir davranış!”
Pelerini göğsüne daha sıkıca çekerken Schult’un cömertliğine teşekkür etti. Oysa eğilerek saygı gösteren taraf, küçücük bedeniyle baştan aşağı şirinliğini sergileyen Schult’tu.
Ana kampta geride kalıp savaşın gidişatını endişeyle seyretmek zorunda kalmanın yükü, hiç değilse ulaklık görevini yerine getirebilen Frederica’dan daha ağır olmalıydı.
Buna rağmen Frederica döndüğünde ona güzel sözler söylemesi fazlasıyla takdir edilesiydi.
???: “Evet evet, Freh de harikaydı. Uu da Mii’lerle birlikte dövüşmek isterdi.”
Schult’un hemen yanı başında siyah saçlarının uçları pembeye boyalı Utakata kollarını göğsünde kavuşturmuş, onaylarcasına başını sallıyordu.
Küçük kızın savaşçı sözleri karşısında ürpererek “B-Bundan pek emin değilim” diye mırıldanan Frederica, bakışlarını yeniden Serena’ya çevirdi.
Serena, sol yüzüne kılıçla kazınmış derin yara izini parmak uçlarıyla okşayarak söze girdi…
Serena: “Vollachia topraklarında bir değişimin alametleri görünüyor, demek? Roswaal’ın bu denli kıymet verdiği birinin sözlerini hiçe saymak tam anlamıyla bir ahmaklık olur.”
Frederica: “Yani…”
Serena: “Her ne kadar sinir bozucu olsa da bu sözler Yıldız Gözlemci’yle birlikte kaybolan adamın söyledikleriyle örtüşüyor. ‘Sadece benim yerine getirebileceğim büyük bir rolü sana emanet ediyorum.’ gibi son derece bencilce bir laf etmişti. Sanki…”
Frederica: “Sanki?”
Serena: “Sanki kendisi İmparator Ekselansları’nın ta kendisiymiş gibi kibirliydi. Hem de onu devirmeye gelmişken.”
Serena, kollarını göğsünde kavuşturdu. Ne öfke ne de alay taşıyan karmaşık bir ifadeyle iç çekti.
Mevzu, oni maskesi takan o adama―― Abel’e gelmişti. Başlangıçta isyancı ordusunun tamamının komutasını üstlenmiş olan Abel; daha sonra ana karargâhı terk etmiş, bu ağır sorumluluğu Serena’nın omuzlarına bırakmıştı.
O ayrılış anında aralarında geçen konuşmanın ayrıntılarını da Serena bugüne dek kimseyle paylaşmamıştı.
Frederica: “Buradan ayrılmadan önce Abel-sama size ne söyledi, Serena-sama?”
Serena: “――Sonun yakın olduğunu. Ancak…”
Serena bir an sustu. Badem biçimli gözlerinde öfkenin parıltısı belirdi. İyi biçimlenmiş çenesini savaş meydanına doğru kaldırdı; alev alev yanan varlığıyla tanınan Haşlayan Hanım, hiddetini saklamadan sürdürdü…
Serena: “Sonuç ne İmparatorluğun başkentine ne de isyancılara yarayacak. Bu savaş, en nihayetinde bir belirsizlikle noktalanacak.”
Frederica: “Belirsizlikle… mi noktalanacak?”
Serena’nın yüzündeki ifade bunu dile getirmeye dahi niyeti olmadığını gösteriyordu, bu da Frederica’yı derinden şaşkına çeviriyordu.
Nasıl bir sonuç beklenebilirdi ki böylesine devasa bir savaş, nihayetinde bir belirsizlikle neticelenecekse? Dahası savaş meydanının komutasını devrettiği kişiye, tüm çabaların beyhude olabileceğini ima eden sözler söylemek başlı başına büyük bir saygısızlıktı.
Abel’in bu sözleri dile getirmeden çekip gitmesi, insan kalbini ölümcül derecede kavrayamadığının kanıtıydı.
Her hâlükârda――
Schult: “Yani bu, savaşın bittiği anlamına mı geliyor? O zaman Priscilla-sama, Al-sama ve Heinkel-sama da geri dönecekler; değil mi?”
Frederica: “Schult-sama…”
Yuvarlak gözlerinde hüzünlü bir parıltı beliren Schult, ayaklarının ucuna yükselerek savaş meydanına doğru baktı.
Onun bakışları, giderek daha da çetinleşen çatışmaların yaşandığı bir köşeye―― kızıl gökyüzüyle beyaz gökyüzünün çatıştığı, Frederica’nın bile adım atmaya cesaret edemediği iki savaş alanına kaydı.
Çünkü sadece yaklaşmanın bile bedenini paramparça edeceğine dair bir kesinlik, hayvani içgüdülerine işlemişti.
Frederica: “――――”
Bu sebeple Frederica, laf olsun diye teselli edici sözler sarf edebilecek bir hâlde değildi.
O göklerin altında yaşananlar, kesinlikle Frederica’nın hayalinin ötesine geçen bir manzaraydı. Göz kapaklarını utançla indirirken başını eğdi.
Utakata: “Shuu, endişelenme. Puu da Yor da güçlü. Mii ya da Taa’yla kapışırlar.”
Schult: “Utakata-sama…”
Utakata: “Uu’ya da chan diyebilirsin.”
Schult: “Utakata-chan-sama…”
Göğsünü kabartan Utakata, elini kaldırıp Schult’un pembe kıvırcık saçlarını kaba saba okşadı.
Çocuksu ve temelden yoksun bir iddia olsa da Utakata’nın tereddütsüz dile getirmesi Schult’un kalbine işlemişti. Schult başını onaylarcasına salladığında da Frederica’nın dudakları yavaşça aralandı.
Bir kez daha Serena’ya döndü.
Frederica: “Serena-sama, siz ne yapmayı düşünüyorsunuz? Kardeşimin sezgisini göz ardı etmeyecekseniz Abel-sama’nın sözlerine karşı da bir önlem almak gerekir…”
Serena: “Kararsızım. Şüphesiz ki kararsız kalacak vaktimiz de kalmadı. ——Bak.”
Serena bir kez daha çenesini kaldırarak Frederica’nın bakışlarını savaş alanına yönlendirdi. Frederica’ysa şaşkınlıkla “Ha?” deyiverdi. Zümrüt yeşili gözleriyle uzaktan dahi savaş alanındaki değişimi seçebiliyordu―― İnsan suretindeki devasa bir kale duvarı -Dokuz İlahi General’den biri- arkasını dönüp İmparatorluk Başkenti’ne doğru hızla ilerliyordu.
Frederica: “O… Kristal Saray’a mı gidiyor?”
Serena: “İşler iyice o adamın dediği gibi oluyor. ——Kardeşinin ‘Vollachia düşman olacak’ sözünün ne anlama geldiğini bilmiyorum ama.”
Çelik Adam Moguro Hagane’nin gözü kara hamlesi karşısında Serena’nın yüzü kasıldı, ifadesi olup bitenlere dair bir fikir taşıdığını ele veriyordu.
Ve ardından da――
Serena: “Herkese ilet. ——Kristal Saray’da en ufak bir anormallik belirir belirmez tüm çatışmalar derhâl durdurulacak. Bu savaşı, dökülen kanı, yitirilen canları hiçe sayacak o belirsizliğe hazırlanın diye.”
△▼△▼△▼△
――Tiz bir çınlamayla dao, balta ve barbar kılıcı havada çarpışarak kıvılcımlar etrafa saçıldı.
Hepsi çeliktendi, tek amaçları da acımasızca rakibin hayatını biçmekti.
Duyuları uyuşmaya başlamıştı ama bir kez daha üzerine yönelen tehditle birlikte derisinin altından, kemiklerinin en derininden kabaran o ölüm korkusunu iliklerine kadar hissetti.
Hiçbir zaman pısırık olduğunu düşünmemişti. Aksine yaşıtlarına göre daha üstün bir cesaretle donatıldığını, kan gölüne dönmüş sahnelerden sağ çıkmış olmanın verdiği tecrübeyle yoğrulduğunu düşünürdü.
Fakat derisini kavuran patlamanın yakıcı acısını tattığında, anın gerilimiyle ciğerleri sanki kasılıp onu boğacakmış gibi olduğunda kendisine duyduğu o özgüvenin temeli çatırdamaya başlamıştı.
Bunu hissetmesinin en büyük nedeni de――
???: “――Hıh!”
Bu amansız çarpışmanın ortasında bile ona küçümseyici bir bakış yöneliyordu.
“Seni unutmadım, küçük hanım.” dercesine, suratına bir bıçak gibi saplanan o adamın bakışları, Petra’nın nefesini kesen en büyük etkendi.
Başını bandanayla sarmış, elinde de balta tutan bu adam bir İmparatorluk Askeriydi.
Petra ve yoldaşlarının adını bile bilmediği bu kişi, onları kıskaca alan zorlu düşmanın ta kendisiydi.
Yaşayan herkes için ölüm her daim yanı başındaydı.
Koşullar, göz açıp kapayıncaya kadar değişebilirdi. Petra, önünde duran adamın bu hakikatin vücut bulmuş hâli olduğunu hissederek dişlerini sıkıyordu.
Yere diz çökmüş Otto da soluk almakta güçlük çekiyordu. Acil kaçış için kullanılan sihir taşlarının patlamasını doğrudan karşılamış, bu da onu ağır bir bitkinliğe sürüklemişti.
İşte bu yüzden güçlünün de zayıfın da canını ortaya koyduğu bu savaş meydanında, Petra’nın sızlanmaya hakkı yoktu.
Medium: “Haaah! Al-chin!”
Al: “Aynen öyle, Küçük Hanım Medium.”
Kan kokusuna bulanmış bu savaş meydanına hiç uymayan tiz bir sesle yorgun ve moralsiz bir sesin sahibi yan yana dövüşüyor, simsiyah bir öldürme arzusuna sahip askerle kılıçlarını çarpıştırıyordu.
Minik bedenini sonuna dek kullanan Medium’la omuz omuza çarpışan Al, İmparatorluk Askeri’yle amansız bir kavgaya girişmişti. Fakat güçleri düşmanlarını alt etmeye yetecek seviyede değildi, bu yüzden kıyasıya çatışma sürüp gidiyordu.
Al’a ayıp olacaktı ama Petra onun yardıma gelişinden ciddi anlamda hayal kırıklığına uğramıştı.
Petra: “Garf-san ya da Emily olsaydı…”
Sadece güvenilir birer müttefik oldukları için değil, güçleriyle de rakibi ezip geçerlerdi.
Petra’nın gözünde Al’ın kabiliyeti onlarınkiyle kıyaslanamazdı. Elbette kendisi ve Otto gibi savaşçı olmayanlardan üstündü fakat Shudraqlıların herhangi bir savaşçısından dahi geride kalıyordu.
Ne var ki benzer bir eksiklik, karşılarındaki İmparatorluk Askeri için de geçerliydi.
Şüphe yok ki bu asker; Emilia, Garfiel ya da İmparatorluğun Dokuz İlahi Generali’yle ölçüldüğünde zayıf kalıyordu. Yine de Petra’nın içine korku salmayı başarıyordu.
Zira çiçeğe konmuş bir böceği kovmak için görkemli bir büyüye gerek yoktu, parmak ucuyla silkelemek ya da biraz su dökmek yeterliydi. Bu İmparatorluk askerinin tavrında, işte böyle bir düşünce seziliyordu.
Bu meydanda Petra ve diğerleri, yalnızca didinen küçük böceklerden ibaretti――
Asker: “――Sen de amma baş belası çıktın.”
Birdenbire adamın sesi, korkuyla büzülmüş Petra’nın kulaklarına sızdı.
Omuzları istemsizce sıçradı. Fakat adamın seslendiği kişi ne Petra ne de Otto’ydu; sesini, silahlarını çarpıştırdığı ikiliye, yani Al’ın bulunduğu tarafa yöneltmişti.
Al: “Hah! Haaa! Bunu ye!”
Adam baltasını savurup Al’ın kalın boynuna nişan aldı. Ancak tek kollu Al’ın elindeki daoyla saldırıyı karşılamasının hemen ardından hızla kendi etrafında dönerek iki, sonra üç ağır darbe daha indirdi.
Al, son derece tehlikeli ve gözü kara manevralarla bu saldırı sağanağını savuşturmayı başardı.
Petra içinse bu sahne hiç de iç rahatlatıcı değildi, izlerken “Ayyy!” ve “Vaaa!” diye küçük çığlıklar atıyordu.
Otto: “Bir şekilde Al-san’a destek olmak isterdim ama…”
Otto da benzer bir kaygı içindeydi, sesinde yorgunluktan çok sabırsızlık ve telaş vardı.
Gösterişli bir edayla sahneye çıkan Al’ın savaşı gerilim doluydu ve şimdilik şans eseri hayatta kalsa da bir adım ötesi ölüm olabilecek beş tehlikeli an yaşanmıştı.
Altıncısının gelip gelmeyeceği, Petra’ya göre sonucu belirsiz bir kumardı.
Asker: “Hâlâ da baş belasısın.”
Ne var ki İmparatorluk Askeri’nin bakış açısı, Petra ve yoldaşlarınınkinden biraz farklıydı.
Adam, kıl payı kurtulsa da saldırıları savuşturmaya devam ederek geri doğru büyük bir adım attı. Ardından baltasız elini kaldırıp Al ve Medium’un bulunduğu yöne doğru umursamazca salladı.
Hemen ardından havada bir alev topu belirdi ve amansız bir şekilde ikiliye doğru gökyüzünü kavurarak ilerledi.
Al: “Oyoyoyoy!”
Medium: “HİYAAAH!~”
Sebebini kestiremiyordu ama haksız bir yöntemle itaat ettirilen bir Ruhtu bu.
Onun fırlattığı ateş topu yaklaşırken Al ve Medium başlarını tutarak kaçıştılar. İkisini de ıskalayan ateş topu çevredeki ağaçlara, yerdeki çalılıklara sıçradı ve alevler büyüdü.
Otto: “Durum hiç iyi değil… Hık.”
Otto’nun neden böyle mırıldandığı Petra hemen anlamıştı.
Şöyle bir bakınca ateş topunun yarattığı alevler Al ve diğerlerini yakmamış, bunun yerine çevreyi ateşe vererek İmparatorluk Askeri’yle yüzleşen Petra ve diğerlerini kuşatıp kaçış yollarını tıkamaya çalışıyordu.
Cayır cayır yanan alevler bir çember oluşturmuş, onları içine hapsetmişti.
Iskalasa bile, bu şekilde kaçış yollarını tıkamak İmparatorluk Askeri’nin amacı olmalıydı. Bu gerçek, Petra ve grubunun dişlerini gıcırdatmaya yetmişti derken karşılarındaki adam onları umursamadan başını yana eğiverdi.
Asker: “Bu işte bir iş var.”
Bu yersiz, soğuk siteme Al tek kelimelik bir “Ha?” ile karşılık verdi.
Elindeki daoyu tutarak etrafı -şimdi alevler içinde kalan çevreyi- işaret etti.
Al: “Bunca şeyden sonra ne diyorsun sen? Kaynakları koru, kaynakları. Sırf biz insanlar rahatça derin nefes alabilsin diye bitkilerin ne zorluklarla oksijen ürettiğini…”
Asker: “Şu ana kadar seni altı kez öldürmüş olmalıydım fakat bir kere bile öldüremedim. Hem de seni köşeye sıkıştırmama rağmen. Bu çok sinir bozucu.”
Al: “Bunu harbiden de dedin ya, inanamıyorum valla. Senin deyiminle harbiden de bugün baş belası bir gün oldu ya.”
Al’ın sözleri, adamın omuz silkmesi ve ona karşı duyduğu güvensizliğin daha da artmasıyla karşılık buldu.
Al’ın gücünün sınırlarını kestiremeyen İmparatorluk Askeri’nin kafası epey karışmış gibiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse o adamla aynı şüpheleri paylaşmak iğrenç bir durum olsa da Petra da Al hakkında benzer şüphelere sahipti.
Al, her an yere yığılıp kalacakmış gibi görünse de ölmüyordu.
İmparatorluk Askeri’nin darbelerini karşılıyor, ölümcül olanlardansa yalnızca tehlikeli ve gözü kara hareketlerle kurtuluyordu. ――Kesinlikle ölümcül darbelerden kaçınıyordu, başka bir şeyden değil.
Fakat bu, gücünü gizlediğini de düşündürmüyordu. Aksine olabildiğince tutarsız bir tablo çiziyordu.
Bu yüzden İmparatorluk askeri de işi bitirecek son darbeyi indiremiyordu.
Asker: “Benimle aynı türden biri olsan bu kadar hazırlıksız ve plansız olmazdın. Bu bakımdan da arkadaki abi bana daha çok benziyor.”
Otto: “…Benden söz ediyorsan buna şerefim üzerine karşı çıkarım.”
Medium: “Aynen öyle! Kötü kalplilik seviyeniz farklı! Siz çok daha tehlikeli ve sinsi birisiniz!”
Otto: “Benim tarafımda olmana rağmen bana da laf çakmasan olmaz mı yani!”
Ansızın tartışmanın içine çekilen Otto, acı bir gülümseme takındı.
Onun bu umursamaz tavrı Petra’yı bir anlık öfkeye sürüklese de bu duygu hemen sönüp gitti.
Petra: “――――”
Otto, Petra’ya göz atıp ardından ona anlamlı bir şekilde göz kırptı. Petra; Otto’nun yüzünde öfkeden öte bir şeyler olduğunu, belli ki gizliden gizliye bir plan kurduğunu düşünüyordu.
Tek kelime etmeden, Petra’nın aklını kullanıp durumu kavramasını istiyordu.
Asker: “Bu işi çok uzattım.”
Petra bunu düşünür düşünmez İmparatorluk Askeri buz gibi bir ses tonuyla parmaklarını şıklattı.
Hemen ardından, her biri bir öncekinden daha ufak yaklaşık on alev topu birdenbire oluşuverdi. Gözle takip edilemeyecek bir hızla çevreye dağıldılar; alevler Petra’yı ve diğerlerini değil, onları saran ağaçları ve toprağı tutuşturdu.
Askerin amacı; onları kuşatan ateş çemberini genişletmek, kara dumanla birlikte büyütmekti――
Medium: “Sıcacacacacak! Yandım anam yandım!”
Al: “Sakin olsana küçük hanım! Örgülerin tutuşmadan hemen buraya geliver!”
Alevlerle çevrilmiş hâlde, sıcaktan deliye dönmüş Medium uzun örgülerini tutarak zıplayıp duruyordu. Alevden duvarları aşıp Al’ın yanına fırladı, gözleri yaşlarla dolu biçimde ona baktı.
Barbar kılıcını yeniden kavrayarak kendisini bu hâle sürükleyen kişiye öfke dolu bakışlar yöneltiyordu ki――
Medium: “Ha?!”
Al: “Harbiden mi be?..”
Medium’un şaşkınlığı, Al’ın bezginliğiyle aynı noktada buluşuyordu.
Buna sebep olan şey, alev gösterisinin mimarı olan İmparatorluk Askeri’nin ansızın ortadan kaybolmuş olmasıydı.
Medium: “――――”
Onun silüeti, alevler ve kara duman arasında yitip gitmişti. Gerçekten de alevlerden sakınmak için mi geri çekilmişti, yoksa sadece onların yavaş yavaş yanarak can vermesini mi bekliyordu?
Al: “Çıh…”
Medium: “Tamamen yok olmuş ya! Biz de kül olmadan önce buradan çıkmalıyız!”
Miğferin ardındaki görüş alanıyla bakan Al, alevlerin içine karışıp kaybolan adamın silüetini arıyordu. Tuhaf bir duruşla dao kılıcını kendi boynuna dayamış hâldeydi; gözleri, İmparatorluk Askeri’nin nereden çıkacağını kolluyordu.
Yanında duran Medium da düşmanı görememenin verdiği huzursuzlukla çevresine bakınıyor, büyüyen alevden kaçınmaları için yalvarıyordu.
Elbette böylesi bir durumda adamın nerede olduğuna takılıp kaçış yolunu kaybetmek aptallık olurdu ve bu tehlikeli bölgeden bir an önce uzaklaşmak en mantıklısıydı.
Ancak――
Petra: “――――”
Otto, Petra’nın omzuna yaslanmış hâldeydi. Elini onun elinin üzerine koymuş, parmaklarına biraz daha güç vermişti. Bu sessiz kavrayış, Petra’ya verilmiş bir işaretti.
Petra da Otto’nun endişesini bütün kalbiyle paylaşıyordu, tetikte kalıp hiçbir şekilde gardlarını düşürmemeliydiler.
Üstelik Petra, diğer elini de Otto’nun elinin üzerine koydu――
Otto: “――Teşekkür ederim, Petra-chan.”
Bu minnet dolu sözlerini dile getirmesinin hemen ardından Otto, olduğu yerde kayıp sırt üstü yere yıkıldı. ——Saniyelik bir farkla havayı yandan yaran bir balta, onu kıl payı ıskalayarak geçti.
Petra: “――――”
Kamptan yükselen alevlerin dumanı arasında sinsice yaklaşan İmparatorluk Askeri’nin öldürme arzusu boşa çıkmıştı.
Hayati darbeyi o an kaçıran adam, gözlerini hafifçe hayretle açtı. Ama hemen toparlanarak savurduğu baltayı geri çekecekken――
Petra: “Jiwald!”
Asker: “Gah.”
Petra, beş parmağını kaldırdı ve hepsinden aynı anda düşük güçlü bir Jiwald bıraktı. Yay çizen ışık huzmeleri düşmanın yüzüne saplandı, beş ışından biri doğrudan adamın sağ gözünü kavurdu.
Petra mutlak gücü değil de düşmanı baskılamayı seçmişti. Bu seçimin karşılığını da kusursuz bir şekilde almıştı. Gözü kavrulan adam feryat etti ve sendeleyerek geri çekildi.
Tam o sırada da döne döne süzülerek gelen bir gölge tepeden üzerine atılıverdi.
Medium: “Ye bunuuu!”
Alevlerin ötesindeki Al dizlerini üzerine eğilmiş hâldeydi, Medium da onun sırtını bir basamak gibi kullanarak kendini havaya fırlatıverdi.
Havada dikey şeklinde dönü döne gelen kız, iki eliyle de sımsıkı kavradığı barbar kılıcını sendeleyen İmparatorluk Askeri’nin üzerine acımasızca indirdi.
Medium: “Uryahhhh!~”
Sert bir ses yankılandı, ardından alevlerin kızıllığına karışan bambaşka bir kızıl ton -kanın rengi- beliriverdi.
O yankılanan ses, bir kafatasının parçalanışı değildi. Başını kaldıran Petra adamın, kendi iradesiyle barbar kılıcının darbesini alnıyla karşılamış olduğunu fark etti.
Muhtemelen bandanasının altına gizlediği bir zırh o sesi çıkarmıştı. Medium’un saldırısını bu şekilde karşılamıştı. Elbette ki yara da almıştı.
Baltasını hiddetle savururken boşta kalan eliyle alnını tutuyor; sonraki saldırılardan sakınarak adım adım geri, daha da geri çekiliyordu――
Asker: “Siktir…”
Başındaki bandanası kanla bezelenmiş bir hâlde yere düştü. Zırha rağmen alnı yarılmıştı, akan kanın durması da mümkün görünmüyordu.
Bolca kan kaybederken adam, gözlerini Otto ve Petra’ya dikti.

Bakışları, sürpriz saldırısının nasıl fark edildiğini sorar gibiydi――
Otto: “――Söylemem. Sen babamın askerlik arkadaşı mısın da sana söyleyeceğim.”
Otto yerde yatıyor olsa da zaferinden gurur duyarcasına konuşmaya devam etti.
Buna karşılık olarak da İmparatorluk Askeri dilini şaklattı. Kanlı alnını avucuyla sildi ve…
Medium: “Ah! Bekle! Kaçmak haksızlık ama!”
Öfkeye kapılıp Otto’ya bodoslama saldırmayı seçmemişti.
Sıcak ve kanla kapanmış sağ gözüyle İmparatorluk Askeri, yeniden alevlerin arasına karıştı. Gözden kaybolur kaybolmaz Petra, bir sonraki baskına karşı tetikte kaldı.
Al: “Tekrar saldırmayacak… Böylesi kötü durumdayken bile savaşacak kadar çaresiz değildir.”
Petra: “Immm, katılmıyorum. Asıl çaresiz olan bizlerdik sanki ama?”
Al: “Küçük hanımın hislerini anlıyorum. Ama tek bir laf bile etmeden kaçan oydu. Kazandık, kazandık. ――Biz kazandık beee!”
Medium: “KAZANDIK BEEE!”
İmparatorluk Askeri’nin kaybolduğu yöne bakarak Al ve Medium zafer narası attılar.
Petra, onların bu coşkusundan dolayı kalbi biraz olsun rahatlamıştı. Yine de bu sevinç çığlıklarının o İmparatorluk Askeri’ni gerçek manada rahatsız edip etmeyeceğinden emin değildi.
Her hâlükârda――
Petra: “Söylesene, o adamın hamlelerini nasıl oldu da okuyabildin ki? Kumar oynadın değil mi?”
Otto: “Bu başarıyı kendime addedemem, senin sayende oldu Petra-chan.”
Daosunu kınına yerleştirmiş olan Al’ın yardımıyla ayağa kalkan Otto, sözü Petra’ya getirmişti. Ama Petra, tüm övgüyü üzerine almakta tereddüt ediyordu.
Otto: “En baştan beri hedefi bendim. Bu yüzden son hamlenin de bana yönelik olacağını düşündüm. Ne zaman ve nereden saldıracağını da ayak seslerinden anladım.”
Medium: “Ayak sesleri mi?”
Petra: “Otto-san, kanalları sayesinde yeraltındaki miniklerden duymuş… olsa gerek?”
Otto: “Tam isabet.”
Otto’nun sözleriyle tahmininin doğruluğu kanıtlanınca da Petra ellerini göğsünün önünde kavuşturdu.
Otto’nun başından beri düşmanın hedefi olmasının sebebi, Dil Ruhu’nun İlahi Koruması sayesinde savaş alanının tamamını kontrol edebilmesiydi. Ne var ki hayvanların ve böceklerin seslerini işiterek tüm durumu kavrayabilen Otto’nun dikkatinden kaçarak diplerine kadar nasıl girdiği hâlâ muammaydı.
Böylesi bir rakibi fark edebilmek için eski yöntemler yetersizdi.
Petra: “Yani toprağın altındaki miniklerdi… Gözleri yok, dışarıda ne olup bittiğini de görmüyorlar, bu yüzden de Otto-san onların işe yaramaz olduğunu söylemişti ama…”
Otto: “Biraz daha kibar kelimeler kullanmıştım sanki! …Her hâlükârda yer altındaki hayvanların ve böceklerin sesini dinleyerek ayak seslerinden rakibin yerini tespit ettim. Tamamen doğaçlamaydı ama Petra-chan’ın Yang Büyüsü, bana sesleri toplamamda yardım etti.”
Petra: “Otto-san, bana işaret verirken yüzün hiç de iyi görünmüyordu.”
Elini sıkıca tuttuğunda o anda, Otto’nun Petra’dan istediği şey Yang Büyüsü’nün desteğiydi.
Onun yardımıyla da İlahi Koruması’nı daha etkili kullanan Otto; düşmanın ayak seslerinden konumunu tahmin etmiş, son pususunu boşa çıkarıp tersine ağır bir darbe indirerek geri çekilmek zorunda bırakmıştı.
Otto: “――Gerçi, ilk başta onu savaşamayacak hâle getirmek istemiştim.”
Petra: “Katılıyorum. Güçlü değildi, sadece öldürmede ustaydı. Ama asıl önemli olan…”
Medium: “Sıcacacacak! Buradan hemencecik çıkmazsak kebap olacağız!”
Tehlikeli bir düşmanı püskürtseler de çevrelerindeki yangının durumu değişmemişti.
Medium’un uyarısını duyan Al, omzunu Otto’ya uzattı ve “Hı-hı, haklısın” dedi. Petra da Medium’la alevlerin daha az etkili olduğu güzergâhları takip ederek onları yönlendirdi.
Böylece, alevler etraflarını sarmadan önce oradan ayrılmaya çalıştılar ama――
Otto: “Bir an önce buradan çıkalım. Karargâha dönmek için bir sebebimiz oldu.”
Al: “…Nedense bu söyleyiş şeklin, tehlikeli bir düşmanı atlatıp kahramanlık destanını anlatmaya gidiyormuşsun gibi gelmedi ama…”
Otto: “Haklısın. Durumun vahameti gittikçe kötüleşmesinin yanında, zaman da daralıyor… Az önce ayak seslerini dinlediğim sırada, tesadüfen ikincil bir bilgi ediniverdim.”
Zor bir durumun hemen bitmek üzere olduğu bir anda, hoş olmayan bir ön söz gibiydi.
Alevlerin sıcaklığı tarafından kovalansa da Otto’nun ifadesini göz ardı edemeyen Petra, arkasına döndü―― Otto, tüm savaş alanını gözlemliyordu.
Otto: “Görünüşe göre, ejderha ya da yanan gökyüzü gibi şeylerden tamamen farklı bir sebepten tüm savaş alanını tehlikeye atacak bir alamet yaklaşıyor gibi. Hem de oldukça yakın bir gelecekte.”
Tam tesadüf eseri, kardeşi gibi sevdiği kişinin Toprak Ruhları’nın İlahi Koruması’na ile hissettiği şeyi; aynı anda, aynı şekilde Dil Ruhu’nun İlahi Koruması’yla tespit eden Otto Suwen, bu sözleri dile getirmişti.
△▼△▼△▼△
???: “――Vollachia İmparatorluğu’nu tehlikeye atacak denli Büyük Felaket’in yaklaştığını duydum! Ben, bu İmparatorluğun Birinci Sınıf Generali’yim! Rezil bir durumda olsam da hâlâ hayatta kalan bir Generalim! Ne olursa olsun! İmparator Ekselansları’na hizmet etmeden ölürsem gözüm açık gider!”
Yeraltında zincire vurulmuş olan iri yapılı adam―― kendini Goz Ralfon olarak tanıtan kişiden bu sözleri duyan Rem; İmparatorluk Başkenti’nin yalnızca isyanla değil, çok daha büyük sorunlarla sarsılacağını fark etmişti.
Goz, iki gün üst üste bir öğün yemek verilmesiyle iyice bitkin düşmüş olmasına rağmen Rem’in büyüyle yaptığı geçici tedavi sayesinde beklenmedik şekilde enerjisini geri kazanmıştı.
Rem, adamın enerjisinin büyük kısmının geri kazanmasının asıl nedeninin kendi inançlarından kaynaklandığını düşünüyordu.
Goz: “Kızım, tedavin bana hayat bahşetti! Normalde seni evime davet edip karıma ve çocuklarıma bir kurtarıcı olarak tanıtmak isterdim ama şimdi İmparator Ekselansları’nın yanına gitmeliyim! Bunun iyiliğinin karşılığını elbet bir gün ödeyeceğim!!”
Rem: “Ah, eee… hı-hı.”
Goz: “Mümkünse buradan ayrılıp düzenli orduya katıl! Birinci Sınıf General Moguro Hagane ya da İkinci Sınıf General Kafma Irulux’tan sana zarar gelmez! Ama diğer Birinci Sınıf Generallerden uzak dur! Onlarla doğru düzgün konuşamazsın bile!”
Zincirlerinden kurtulan Goz, hayvani bir şekilde bağırıverdi. Mahzenin dışına yıldırım hızıyla fırladı, malikâneyi koruyan askerleri azarlayıp uzaktan seçilen Kristal Saray’a kendisiyle gelmelerini buyurdu.
Muhafızların fikirleri ikiye bölünmüştü. Malikânenin askerleri, Goz’un kimliğinden haberdar olanlar ve olmayanlar olarak ayrılıyor gibiydi. Bilgilendirilmeyenler hoşnutsuzdu, bilgilendirilenlerse Berstetz’in onlara yönelik derin güvenini hissediyordu.
Bunun üzerine de――
Goz: “Anladım. Öyleyse yolumu keseceksiniz, ha?”
Giysisiz üst gövdesi kas zırhı gibi parlarken Goz silah çeken muhafızlara bakışlarını dikti ve yolunu kesenleri süzdü.
Silahsızdı, uzun süren esaret onu iyi durumda bırakmamıştı. Fakat muhafızların karşı koyuşu, kazanabileceklerini düşündükleri için değildi.
Goz: “Pekâlâ. Ben İmparator Ekselansları’na sadakatle bağlıyken sizler de Başbakan’a bağlısınız. Bu onuru sizler gibi ben de sonuna dek taşıyacağım!!”
O adamdan dolup taşan ezici aura, karşısına dikilen askerlere baktığı anda dahi tüm berraklığıyla hissediliyordu.
Ardından gelen tek taraflı bozgun da Goz’un çıplak yumruklarla dövüşme tarzı da aynı berraklıktaydı.
Devasa yumruklarından yalnızca birini savurdu, tek darbede birkaç muhafız havada savruldu.
Sayısal üstünlüğün hiçbir hükmü kalmamıştı. Karşı koyuşları, bir anda ve mutlak bir güçle bastırılmıştı.
Rem: “Abel-san’dan onun Dokuz İlahi General’den biri olduğunu duymuştum ama…”
Gerçekte Rem’in gözleriyle gördüğü İlahi Generaller yalnızca Guaral Kale Şehri’nde rastladığı Arakiya ve Madelyn’di.
Fakat Goz’un varlığı, onlarla boy ölçüşmekte hiç de geri kalmıyordu.
Onu geriye düşüren şey; elinde silah olmayışı, teçhizatsızlığı ve esaretin yüklediği yorgunluktan ibaretti.
Goz: “Yiğitçe savaştınız! İşte bu yüzden sizler, İmparatorluğun Kılıç Kurtlarısınız!!”
Kollarını havaya kaldırarak yere serilmiş askerlerin tam ortasında duran Goz, coşkun bir sesle övgüler yağdırdı.
Rem yanılmıyorsa onun gerçek imparator Abel’in kaçabilmesi için hayatını ortaya koyup kendini feda eden kişi olduğunu işitmişti. Ancak zincirlerle bağlanıp tükenmiş olan az önceki hâli, şu anki canlılığıyla kıyaslanınca düpedüz bir yalanmış gibi görünüyordu.
Malikânenin bodrumuna neden zincirlenmiş olduğuysa başlı başına bir muammaydı.
Goz: “Bir kez daha haykırıyorum, Başbakan Berstetz Fondalfon! Planların istediğin gibi gitmeyecek! Aynı şekilde senin de Birinci Sınıf General Chisha! Oooooooh!!――”
Daha etraflıca konuşmaya vakit kalmadan Goz pervasızca Berstetz’in malikânenin ana kapısından atıldı, safına çektiği askerleri de ardından sürükledi.
Aslan Şövalye’nin görkemi karşısında Rem yalnızca onun ardından bakakaldı.
Ne var ki――
Rem: “O sarayda bana ihtiyaç yok.”
Olayların beklenmedik gidişatıyla konaktaki askerler artık ortadan kaybolmuştu, Rem’in önünde tek bir engel bile kalmamıştı.
Goz’un yere serdiği askerlerin hâlâ yaşayıp yaşamadığını kontrol etti. Ağır yaralı olanlara yalnızca en temel müdahaleyi yaptıktan sonra, uzun kılıçlardan birini baston niyetine kullanarak malikânenin içinde ilerledi ve defalarca adım attığı bir odanın kapısına yöneldi.
Ve orada da――
Rem: “Katya-san benim, Rem. Lütfen dışarı çıkın.”
Katya: “…Kesinlikle dışarı çıkmak falan istemiyorum. A-Az önceki o korkunç ses de neydi ya?”
Rem: “Nasıl hissettiğinizi anlıyorum. O sesi çıkaran kişi artık burada değil. Bizim de bundan sonra ne yapacağımızı konuşmamız gerektiğini düşünüyorum.”
Katya: “Ne yapacağımızı mı?..”
Rem’in sesi, kapının ardında saklanan Katya’yı bir karar vermeye zorluyordu.
Şimdilik Goz’un görkemi -ister hayır ister şer getirsin- konaktaki askerleri ortadan kaldırmıştı, dolayısıyla malikâneyi terk etme aciliyeti şimdilik azalmıştı.
Fakat――
Rem: “Büyük Felaket…”
Goz’un Kristal Saray’a doğru böylesine alelacele yola çıkmasının ardında yatan sebep buydu.
Gerçi, yolculuğunun esas nedeni İmparator’un maskesini takmış o sahtekârla yüzleşmekti. Yine de yaklaşmakta olan o esrarengiz felaketi önleme arzusunun da bunda payı inkâr edilemezdi.
Ne olursa olsun, Goz ona burada oyalanmamasını tembihlemişti.
Öyleyse――
Katya: “――B-Benim buradan ayrılmak için bir sebebim yok. H-Hem ben bir rehineyim.”
Rem: “Artık bizi alıkoyacak muhafız kalmadı. Rehin muamelesi görmemize gerek yok.”
Katya: “A-Ama… yine de…”
Rem: “――Anladım. En azından kapıyı açın lütfen. İyi olduğunuzu bi’ göreyim yeter.”
Rem çıkmazdaydı ancak inatla direnen Katya, nihayetinde teslim oldu.
Son isteğinin ardından kısa bir sessizlik çöktü. Ardından tekerlekli sandalyesinin gıcırtısı duyuldu, kilit çevrildi. Kapı ağır ağır aralandı.
Rem: “Kusura bakma. Gidelim.”
Katya: “Ha!? A-Ah, dur biraz!”
Rem: “Özür dilerim. İyi olduğunuzu görmek isteyişim yalandı.”
Odaya girer girmez kapının yanında Katya’yı buldu, vakit kaybetmeden arkasına geçti ve tekerlekli sandalyesini güçlü bir şekilde dışarı sürdü.
Ne kadar çırpınsa da Katya’nın buna karşı çıkışı nafileydi. Rem’in kaba kuvveti karşısında tekerlekler gıcırdayarak döndü ve sürüklendi.
Katya: “Beklesene ya! Benim burada, beklemem gereken biri var…”
Rem: “Bunun farkındayım. Ama burada beklemek tehlikeli. Nişanlınızı bekleyeceksek bile önce güvenli bir yere gidelim.”
Katya: “Güvenli bir yere mi? Başkent’te buradan daha güvenli bir yer――”
Yok ki… diyecekken Katya’nın sözleri yarım kaldı.
Başını çevirip hiddetle Rem’e bakarken gözleri birdenbire kocaman açılıverdi, bakışları yukarıya dikildi.
Katya’nın tepkisine yönelen Rem de göğe çevirdi bakışlarını. Malikânenin koridorundan ilerlerken üzerlerine çöken devasa gölgeyi gördü.
――İnsan biçimini almış bir kale duvarı, malikâneyi adımlarıyla geçip İmparatorluk Başkenti’nin kalbine doğru yürüyordu.
Rem: “――――”
Ne Goz’un öfke dolu bağırması ne de başkenti yarmaya çalışan isyancıların saldırıları, gözlerinin önünden geçen dev bir ayağın şehri sarsarak ilerlemesi kadar dehşet verici olmamıştı.
Ayağın yere inmesiyle oluşan sarsıntı, Katya’nın tekerlekli sandalyesini yerinden oynatırken Rem ve Katya, korkuyla göz göze geldiler.
Katya: “B-Burası da çok güvenli değil gibi sanki…”
Rem: “Evet. Acele edelim.”
O dev adım, yaşanan kargaşanın içindeki istisnalardan sadece biriydi. Ama bunu dile getirip Katya’yı huzursuz etmek Rem’in yapacağı en büyük hata olurdu.
Şimdi itaatkâr hâle gelmiş Katya’yı hızla sürükleyerek ilerleyen Rem, kafasında belirlediği noktaya yöneldi.
Katya: “Seninle beraber gelen arkadaşın hâlâ iyileşiyor olmalı, değil mi? Peki ya ne yapacaksın?”
Rem: “Aslında istirahat etmesi gerekiyor. Ama artık öyle bir lüksümüz kalmadığından…”
Bu yanıtla beraber nihayet Rem’in gitmeyi amaçladığı odaya vardılar.
İçeride, onunla birlikte malikâneye getirilen Flop O’Connell vardı. Ağır yaraları hâlâ tam kapanmamıştı, bu yüzden ev hapsi devam ediyordu.
Rem’in Katya’ya söylediği gibi mümkünse istirahat etmesi gerekiyordu. Ama――
Rem: “Flop-san, benim. İçeri gelebilir miyim?”
???: “Mhmm, Oka-san sen misin?! Hemen açıyorum!”
Kapıyı çalmasının hemen ardından gelen bu karşılık ve kapının anında açılışı Rem’le Katya’nın gözlerini büyütmesine sebep oldu. Şaşılacak bir durum değildi aslında Flop; sanki bekliyormuşçasına kapının yanında çömelmiş, elinde sıkıca kavradığı küçük bir el aynasıyla tetikteymiş.
Rem: “Şey, Flop-san… o ayna da ne?”
Flop: “Eeee, silah niyetine düşmanın kafasına indirecektim de… Az önceki gürültülü sesleri duymuşsunuzdur. Şehir iyice zıvanadan çıkıyor, olur da biri düşmanca içeri dalarsa diye hazır ola geçmiştim.”
El aynasını elinde çevire çevire konuşan Flop, esir olduklarını ve odalarında silah olarak kullanılabilecek hiçbir şey bırakılmadığını böylece hatırlatmış oldu. Fakat aynayı nefsi müdafaa için kullanmak pek de akla yatkın bir şey değildi.
Rem: “…Sen, o aynayla savaşırım mı diyorsun?”
Flop: “Ne yazık ki odada bunun dışında başka bir şey yoktu. Daha önce aynayla dövüşmesem de belki içimde buna dair, gizli mi gizli bir yetenek ortaya çıkıverir! Çıkar mı sence de Oka-san?”
Rem: “Belki çıkar, neden olmasın. Ama artık lüzumsuz gevezeliği bırakalım da asıl mevzuya dönelim.”
Flop, Katya’nın alaycı bakışlarını her zamanki tavrıyla karşıladı. Flop’un bu olağan hâli bir yandan iç rahatlatıcı olsa da Rem içinde bulundukları vahim durum yüzünden şimdilik bu tavırları bir kenara bırakmak istiyordu.
Ne olursa olsun――
Rem: “Bu, Katya-san. Kendisiyle konakta tanışmıştım.”
Flop: “Ben Flop O’Connell. Oka-san’ın sıklıkla bahsettiği arkadaşı siz olmalısınız.”
Katya: “…B-Ben bu kızla arkadaş olduğumu falan hatırlamıyorum ama…”
Flop: “O hâlde öyleymiş gibi davran. İyi arkadaşlar edinmek iyi bir hayat sürmenin anahtarlarından biridir. Öyle olmasa dahi, insanın fazla arkadaşı olması göz çıkarmaz.”
Katya: “Ben… sanırım bu konularda sizin kadar maharetli değilim…”
Rem’in tahmin ettiği üzere Flop’un karakteri, Katya’nın pek de hazzetmeyeceği türden bir yapıya sahipti. Yine de Flop, Katya’nın kendisine karşı dobra davranmasını dert etmeyecek bir mizaca sahipti; bu yüzden Katya’nın bu duruma yalnızca üzülmesi, yaşanabilecek en iyi senaryoydu.
Rem: “Flop-san, İmparatorluk Başkenti’nin şu anki vaziyeti…”
Flop: “Aşağı yukarı biliyorum. Savaşa gitmeden hemen evvel Madelyn-kun uğrayıp vedalaşmıştı.”
Rem: “…Madelyn-san, vedalaşmaya mı geldi?”
Bu, kimsenin tahmin edemeyeceği şahsi bir bağdı. Madelyn’in Flop’u ziyaret ettiğini biliyordu fakat arkadaş olacaklarını, hatta muharebeye gitmeden evvel vedalaşmaya gelecek denli yakınlaşacaklarını aklının ucundan bile geçirmemişti.
Fakat Dokuz İlahi General’den biri onunla bizzat konuşmuşsa Flop’un dışarıdaki vaziyet hakkında Rem’den dahi fazla bilgi sahibi olması muhtemeldi.
Rem: “Öyleyse bu işimizi kolaylaştırır. Malikânenin muhafızları zaten yok, bu yüzden dilediğimizce kalabilir ya da kaçabiliriz ancak… şahsi olarak kaçmamız gerektiğini düşünüyorum.”
Flop: “Bunun az evvelki o şiddetli gürültüler ve korkunç sarsıntılarla bir alakası olabilir mi acaba?”
Rem: “Evet. Ama hepsi bu kadarla da kalmıyor. Daha da vahim şeyler yaşanabileceğinden endişeleniyorum.”
Katya: “D-Daha da vahim mi! Ş-Şaka mı yapıyorsun?”
Rem, Flop’a kaygıyla yanıt verdiğinde bunu duyan Katya’nın korkudan beti benzi attı ve titremeye başladı.
Tüm bunlar Katya’yı korkutup itaate zorlamak için değil, doğrulanmamış olsa da gerçek bir tehlike ihtimaline karşı bir uyarıydı. Diğer taraftan, bu ihtimal “bir şeyler olabilir” sözünden öteye geçmediğinden dolayı da kendilerine dayanarak hareket edebilecekleri somut bir güvence de sunmuyordu.
Flop: “Yine de Oka-san buradan ayrılmamız gerektiğini düşünüyor, değil mi?”
Rem: “――Evet.”
Flop’un suali karşısında Rem hiç tereddüt etmeden başıyla onayladı.
Ev hapsinde tutuluyor olmalarına rağmen konaktaki yaşamları pek de çekilmez sayılmazdı. Mülkün dışına çıkmaları yasak olsa da birbirlerinin odalarını ziyaret etmelerine müsaade ediliyordu, Flop’un yaralı bedeni tedavi altındaydı. Rem, Katya’yla tanışma fırsatı bulmuştu ve sözde düşmanları olan Berstetz’e karşı büyük bir öfke ya da kin beslemeleri için bir sebep yoktu.
Berstetz’in isyanının sebebine gelince de Rem; asıl kabahatlinin Abel, daha doğrusu Vincent olduğuna dair giderek artan bir şüpheye kapılıyordu.
Bununla beraber tüm bu şartlar bir kenara bırakıldığında Rem’in konaktan ayrılmak istemesinin en kesin sebebinin kendi hisleri olduğu söylenebilirdi.
Böyle bir esaret altında kalması, kendisine şefkat göstermiş olan nice insanı endişeye sevk edecekti.
İşte bu nedenle içinde bulunduğu bu adaletsiz ve riyakâr durumdan mümkün olan en kısa sürede kurtulması gerekiyordu.
Flop: “Pekâlâ anlaştık. Benim için de hiçbir mahsuru yok. Oka-san ve Katya-san, yola koyulalım.”
Rem: “Emin misiniz?”
Flop: “Burada kalsam da yatakta yatmaktan başka yapabileceğim bir şey yok. Ne de olsa ben gezgin bir tüccarım, biraz hareket etmezsem içim rahat etmez.”
Rem’in endişelenmesini engellemek istercesine Flop gülümseyerek yumruğunu sıktı. Ardından “Hem”, diyerek lafa girdi…
Flop: “Aslında bana emanet edilen bir mesaj var. Şayet uykuya dalıp bunu iletme fırsatını kaçırırsam ne dünyanın ne de ablamın yüzüne bakacak hâlim kalırdı.”
Rem: “Mesaj mı… kimden?”
Flop: “Kendi isteğiyle hain damgasını yiyen, bana göre de büyük bir kumara girişen İmparatorluğun bir Kılıç Kurdu’ndan.”
Flop göz kırptı, Rem’se bu cevap karşısında afallamış görünüyordu.
Anlaşılan Rem’in aklındaki kişi bu değildi fakat Flop’un kendilerine katılacağını bilmek yine de içini rahatlatmıştı.
Rem: “Takdir edersiniz ki sırtımda Flop-san’ı taşırken bir yandan da Katya-san’ı tekerlekli sandalyesini itmek hiç de kolay bir iş olmayacak, bu yüzden…”
Katya: “Sen, ne yapacağımızı soruyorsun ama aslında karşındakinin dediğini yapmaya hiç niyetin yok, değil mi?!”
Rem: “Hepinizin güvende olacağını bilsem sizi kendi hâlinize bırakırdım ama…”
Onları zorla çıkarmak tehlikeli olduğu müddetçe bu yola başvurmaktan başka çareleri yoktu. Beklendiği gibi Rem, kendi gücünü zorlayarak onları kurtarma niyetinde değildi fakat ille de bunu yapabiliyorsa yapacaktı, başka seçeneği de yoktu.
Karşısındakinin duygularını hiçe sayacak olsa bile yapardı. ——Bunun hoş karşılanmayacağını bile bile.
Rem: “――――”
Bir an için Rem, vaktiyle kendisine uzatılan o ele davrandığı gibi davrandığını hissetti ve bu konudaki karmaşık hisleri yüzünden kalbi çarptı.
Bu hissiyatı çabucak üzerinden atan Rem, “Pekâlâ” diyerek Katya ve Flop’a başıyla onay verdi.
Rem: “Konaktan çıkarken dikkatli olalım. Biriyle karşılaşırsak diye temkinli olun. İmparatorluk Başkenti’ne girmekte olan kişilerin kimler olduğunu da bilmiyoruz.”
Katya: “Böyle korkunç şeyler söylemesene… Hem o adam yaralı değil mi? Yürüyebilecek mi ki?”
Flop: “Hahaha, endişen için teşekkürler. Neyse ki Oka-san, özenle şifa büyüsü yaptı. Oyulan etim doldu ve kanım da geri gelmiştir sanırım. Fiziksel olarak biraz zayıfım, o yüzden koşmamız gerekirse bi’ haber etseniz kâfi.”
Rem: “Bunu göz önünde bulunduracağım. Benim bacaklarım da mükemmel durumda değil, Katya-san da tekerlekli sandalyeye bağlı.”
Burada toplanan üç kişinin de her birinin bir engele sahip olduğunu bir kez daha idrak etmek gerekiyordu. Yine de güçlerini birleştirmeleri elzemdi, zira içlerinden herhangi birini kaybetmek kabul edilemez bir durumdu.
Ve böylece büyük bir coşkuyla…
Flop: “Bu arada Oka-san, ya diğer esirler ne olacak?”
Rem: “…Unutmuştum.”
Flop’un bu tespiti bir anda Rem’in hevesini kursağında bırakmış, elini alnına götürmeye sevk etmişti.
Malikânenin sınırları içinde ayrı bir bina daha vardı ve orada Rem ve diğerleri dışındaki esirler—— Vollachia İmparatoru’nun gayrimeşru çocuğu olduğu iddia edilen “Siyah Saçlı Veliaht Prensler” tutuluyordu.
Bu kişilerin çoğu, belli ki İmparator’a karşı bir isyan başlatmak için bir bahane olarak kullanılmıştı. Ancak bu mesele, İmparator’un varisi meselesi üzerinden isyan bayrağı açmış olan Berstetz’le tamamen alakasız da değildi. Bu nedenle de olabildiğince savaş esiri olarak yakalanıyor ve gerçekten de İmparator’un çocuğu olup olmadıkları kesinleşene dek gözetim altında tutuluyorlardı.
Rem: “Açıkçası ne düşmanımız ne de müttefikimiz olan bu insanları görmezden gelmek isterim.”
Şu anki vaziyet -Katya’yı bir kenara bırakırsak- Rem ve Flop için son derece çetrefilli ve güç bir durumdu.
Elinde sağlam bir dayanak veya iddia olmamasına rağmen istemeye istemeye Abel’in önderliğindeki isyancılara katılmıştı. Ancak o gruptan ayrı düşmüştü ve tutsak edilen o “Veliaht Prensler” grubuyla da hiçbir tanışıklığı yoktu.
Rem ve yanındakiler; onların kendilerine karşı nasıl bir tavır sergileyeceğini bilmedikleri gibi, dost mu yoksa düşman mı oldukları konusunda da en ufak bir fikir sahibi değillerdi.
Rem: “――――”
İşte bu nedenle Rem’in görüşü, az önce ifade ettiği gibi netti.
Ancak yaklaşmakta olan ve akıl sır ermeyen Büyük Felaket’ten kaçmak üzere Rem’in grubu malikâneden ayrılırken o tutsakları kilitli bir binada geride bırakma düşüncesi Rem’i içten içe huzursuz ediyordu.
Hepsini kurtarmak erişilmesi zor bir amaç olsa bile zayiatı olabildiğince asgariye indirmeyi arzuluyordu.
Goz tarafından etkisiz hâle getirilen muhafızlara dahi en az düzeyde tıbbi müdahale yapmasının sebebi de buydu.
Katya: “…Anahtarı bulup kendilerinin alabileceği bir yere assak yetmez mi?”
Rem: “Ah…”
Katya: “B-Bilmiyorum, bilmiyorum. Bu işte tehlike varsa da içine çekilmek istemiyorum. Ama tereddüt etmekten de kendimi alamıyorum ki. Çok mu garibim!?”
Rem: “Yoo, yoo hiç garip değilsiniz. Doğru ya.”
Rem’in kaygılı hâlini gören Katya, ona orta yolu bulmayı teklif etti.
Rem’in zihninde sadece iki seçenek dönüp duruyordu, ya yardım edecekti ya da etmeyecekti. Katya’nın bu sözleri resmen kendisini kurtarmış gibiydi.
Zira Katya’nın dile getirdiği üzere diğer binanın anahtarını bulup tutsakların onu çok az bir zahmetle elde edebileceği bir konuma bırakmak yerinde bir çözüm olacaktı. Bu hareket, hem esirlerin güvenliğini teminat altına alırken hem de Rem’in vicdanı rahata erecekti.
Flop: “Görünüşe göre bir karara vardınız.”
Rem ve Katya arasındaki istişarenin nihayete ermesiyle Flop memnuniyetle başını tasdik edercesine salladı.
Bu esnada da kendi uzun, sarı saçlarını örüyordu. Ardından, elini usulca kapıya uzattı ve kapıyı aralayarak ilerlemek üzereyken konuşuverdi…
Flop: “O zaman önce o binanın anahtarının nerede olduğunu bulmak için… bi’ saniye.”
Kapıdan geçmeye hazırlanıyordu ki Flop, az önceki beyanını geri çekerek kapıyı hızla kapattı. Bu beklenmedik hamlesi, Rem ve Katya’nın hayretle gözlerinin genişçe açmalarına yol açtı.
Ancak Flop, parmağını dudaklarına götürüp “Sessiz olun,” işaretini yaptıktan sonra dışarısını gözetlemek için kapıyı hafifçe araladı. Flop’un hemen yanında duran Rem de dışarıya baktı.
Rem: “——Ah.”
Katya: “E-Ee, ne varmış orada? Tepkilerinizden hiç hayra alamet bir şey çıkmayacak gibi!..”
Flop’un kapıyı neden kapattığını idrak ettiğinde Rem’in nefesi boğazında düğümlendi, ikilinin verdiği işaretlerden ürken Katya’nın sesi titrek çıkıyordu.
Ne var ki Rem, o anda Katya’nın endişesini dindirecek tek bir kelime dahi bulamadı.
Zira bu manzara, hem Rem hem de Flop için hayallerinin tamamen ötesindeydi.
Berstetz’in malikânesinin avlusunda, askerî sınıfa ait olmayan birtakım silüetler öylece dikiliyordu.
Onlar…
Flop: “…Ne hikmetse hastaymışçasına solgun görünüyorlar, değil mi? Bayağı uykusuz kalmışlar desene.”
Kanlı bir aurayla kuşatılmış olan bu figürlerin görünümü öylesine garipti ki Flop’un şakası bile yavan kalmıştı.
Sanki hiçbir hayat belirtisi olmayan soluk tenleri ve görünen derilerindeki çatlaklar—— tek bakışta bile anormal olduğu anlaşılan bu özelliklere sahip bir grup insan, İmparatorluk Başbakanı’nın malikânesini âdeta işgal ediyordu.
△▼△▼△▼△
Flop: “…İlk bakışta hepsi İmparatorluk Askeri kıyafeti giyiyordu, değil mi?”
Sessizce kapıyı kapatıp nefeslerini tutan Rem ve Katya’nın arasında Flop fısıldayıverdi.
Gerçekteyse gözlerinin önüne serilen manzara o kadar sıra dışıydı ki Rem’in detaylara dikkat kesilecek hâli kalmamış, Flop’un pervasız iddiasını onaylayamamıştı.
Ama――
Katya: “K-Korkutucu tipler malikâneye mi girmiş?.. Bu, isyancı ordudan birilerinin İmparator Ekselansları’nı öldürmeye çalıştığı anlamına gelmiyor mu?”
Rem: “O tür bir anlaşılmazlıktan çok daha farklı bir hava yayıyorlardı. Öfkeden deliye dönmüş ya da aşırı heyecanlanmış gibi değillerdi, daha çok…”
Flop: “İnsan değil de insan kılığına bürünmüş mahlûk gibiler. Onlarla anlaşmanın imkânı yok gibi geldi. Hem yaralarım ansızın zonklamaya başladı, bu da kötüye alamet.”
Flop’un kanaatine Rem de ister istemez katılmak zorunda kaldı.
Dışarıyı kontrol eden ikilinin aksine, söz konusu mahlûkları görmeyen Katya durumu tam kavrayamıyordu ama dışarıyı bi’ göz atsa kesinlikle kendini kaybederdi.
Bambaşka bir mantıkla hareket ediyor gibi görünen bu varlıkları gören Rem’in aklında şimşekler çakıverdi.
Rem: “Yoksa… Büyük Felaket bu mu?”
“Büyük Felaket” sözünü yalnızca Goz’dan işitmişti. Anlamının ne olduğunu tam olarak bilmemesine rağmen bunun uğursuz bir şey olduğuna emindi. Yakın zamanda gerçekleşeceğini öğrendiğinde ve dışarıdaki o varlıkları kendi gözleriyle gördüğünde de aralarında bir bağlantı varmış gibi geliyordu.
Ayrıca bu, şifa büyüsü kullanabilen biri olarak Rem’in sezgilerinden ibaretti ama――
Rem: “Onlarda yaşamın izine rastlayamadım. Sanki…”
Katya: “Ö-Ölü olduklarını demeyeceksin, değil mi? ‘Boş Kabuk*’ gibi saçma sapan şeyler…”
Flop: “…diye hemen gülüp geçmeyelim. Dışarıdakiler İmparatorluk Askeri kıyafeti giyiyorlardı ama yüzleri ve boyunları dışında zırhları da paramparçaydı. Belki de hayattayken aldıkları yaralar hâlâ üzerlerindeydi… Ne dersin?”
Katya: “Ne mi derim? Ne biliyim ya ben!”
(Ç.N: “Hollows” yani “Boş Kabuklar”, Re:Zero dünyasında Od Lagna’ya geri dönemeyen ölülerin dünyada geride bıraktıkları düşünceler ve pişmanlıklardır.)
Flop’un doğasına sadık yüz ifadesi, Katya’nın paniğe kapılıp gözlerini sağa sola kaçırmasına neden oldu.
Fakat onun bu ihtimali böylesine şiddetle reddetmesi bile aslında Rem ve Flop’un davranışlarından sezdiği üzere, ortada olağanüstü bir şeylerin döndüğünün açık bir kanıtıydı.
Ve bundan daha da beteri――
???: “――Gah!”
???: “Guh!”
???: “――Ah.”
Peş peşe duyulan acı dolu iniltiler, dışarıda yatan muhafızlardan—— Goz tarafından yere serilmiş ve Rem’in sadece ilk yardım yaptığı kişilerden gelen son nefeslerdi.
Gerçi Rem, kendi gözleriyle görmemişti ama…
Flop: “…Anlaşılan konuşarak anlaşmak pek mümkün olmayacak.”
Flop’un yüzünde kasılan ifadesi, askerlerin artık kaçınılmaz bir sona sürüklendiğini apaçık ortaya koyuyordu.
Yüzleri solgun, ürkütücü güçlere sahip o meçhul varlıklar yere düşen askerlere nihai darbeyi indirmişti. Hiçbir pazarlığa, hiçbir konuşma ihtimaline yer bırakılmamıştı. ――Rem’in ve diğerlerinin bu kuralın dışına çıkabileceğini düşünmek bi’ hayli zordu.
Rem: “Ben…”
Askerleri en azından bir odaya taşısaydı sonuç farklı olur muydu?
Bilinçsiz ve savunmasız durumdayken güvenli bir yere götürülmüş olsalardı böylesine keyfi bir ölümden kurtulabilirler miydi? Öyleyse onların ölümünün sorumluluğu, elinden gelenin en iyisini yapmayan Rem’e aitti.
Katya: “――Şimdi bunları düşünmenin sırası mı!”
Rem: “K-Katya-san…”
Katya: “Şimdi çökersen üçümüz de öleceğiz. İ-İstemiyorum ben böyle bir şeyi!..”
Pişmanlıkla başını eğen Rem’in yüzünü, Katya’nın iki eli kavrayıp yukarı kaldırdı. Gözleri yaşlı Katya, azarlar gibi konuşarak Rem’in zayıflığını parçalamaya çalıştı.
Katya’nın kararlı ve içten sözleri Rem’in nefesini kesiverdi.
Ardından Rem, sessizce başını sallayarak…
Rem: “Flop-san, durum değişti. Ek binanın kilidini açmaya gitmekten başka çaremiz kalmadı.”
Flop: “Hı-hı, haklısın, Oka-san. Ben de aynı şeyi düşünüyordum. O binada tutulan Veliahtlarla aramızın iyi olacağını sanmıyorum fakat ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla bu işin içinden çıkabiliriz gibi.”
Rem: “Evet. Ortak bir düşmana karşı yan yana savaşma ihtimali doğabilir.”
Bu kararla Flop hemen rotayı değiştirmeyi kabul etti. Rem’le Flop’un fikir birliğine vardığını gören Katya başını onaylarcasına sallayıp seslendi.
Katya: “O hâlde ne duruyorsunuz ya; hadi, hemen gidin! Lütfen, ek binanın kilidini kırmak için elinizden geleni yapın. Y-Yapabilirsin değil mi?”
Rem: “Neyse ki bastonumun yerine kullanmak üzere bir kılıç almıştım, onu kullanabilirim.”
Kılıç büyük olasılıkla kırılacaktı ama en azından kapı kilidini paramparça edebilecekti.
Malikânenin etrafında dolanıp anahtarı aramaya artık vakitleri yoktu. Böyle bir iş çok zahmetli olurdu.
Flop: “Onlar ek binaya yönelmeden önce oraya varmamız lazım ama sorun şu ki…”
Rem: “Katya-san’ın tekerlekli sandalyesi…”
Gözler bir anda tekerlekli sandalyeye takıldı.
Nişanlısının hediye ettiği, son derece kaliteli ve üst sınıf bir modeldi fakat yine de tekerleklerinin dönme sesi ve mekanizmasından çıkan gıcırtılar gizlenemezdi. Sessizce ilerlemeyi gerektiren bir durum için ideal değildi.
Katya: “B-Ben…”
Aynı çaresizlikle Katya’nın bakışları sağa sola, yukarı aşağı dolaştı. Fakat fiziksel engeli nedeniyle Katya’yla tekerlekli sandalyesi bir bütündü, kendisi de bunun farkındaydı. Birkaç saniye süren endişenin ardından konuştu…
Katya: “Beni burada bırakın, siz gidip ek binanın kilidini açın. T-Tek başıma bekleyebilirim…”
Rem: “Tek başına mı… Ama bu…”
Katya: “Kendimi odaya kilitleyeceğim! İçeri girip sessiz kalırsam orada olduğumu bile anlayamazlar, değil mi? O mahlûklar ölü veya benzeri bir şeylerse saklanıp aptalca bir yapmamak muhtemelen en güvenli hamledir. A-Ama sizin tehlikeli işlere kalkışmanızı istemiyorum.”
Sözlerini telaş içinde sesini yükselte yükselte söylemesi, içindeki panikle çırpındığını ele veriyordu.
Ancak Katya’nın bu önerisi, var olan son cesaret kırıntısını dahi toplayarak vermiş olduğu bu karar, Rem’in de Flop’un da kalbine acı şekilde işlemişti.
Onlar hislerinin ve inancının reddedilmemesi gerektiğini derinden biliyorlardı.
Rem: “Flop-san, Katya-san’ı…”
Flop: “Olmaz, Katya-san’ın kararlılığını göz ardı etmemeliyiz, Oka-san. İkimizin birlikte hareket etmesi başarı ihtimalini de artıracaktır. En kötü durumda, birimiz yem oluruz.”
Rem: “――――”
Bu gerçekten de en kötü senaryoydu. Fakat zihninden uzaklaştırmak istediği gerçeğe gözlerini kaparsa ve nihayetinde de o dehşet verici durumla yüz yüze kaldığında bunun altında ezilmekten kurtulamayacaktı.
Bu yüzden de en kötü ihtimalin ağırlığını bilerek ve yine de kabullenerek Rem başını eğip onayladı.
Rem: “Mutlaka ek binanın kilidini açıp geri döneceğim.”
Katya: “D-Doğru düzgün yap. Sen de geri dönmezsen hiçbir anlamı kalmaz. Söz ver!”
Rem: “――Söz.”
Rem, Katya’nın titreyen ellerini kavrayarak ona sağlam bir vaat sundu.
Ne kadar beceriksiz olursa olsun, Katya’nın içten endişesini unutmamak üzere kalbinin derinliklerine kazıdı. Ardından Rem ve Flop birbirlerine göz göze gelip başlarını salladılar ve sessizce odadan ayrıldılar.
Flop ve Rem: “――――”
Nefeslerini bastırıp gölgeler gibi hareket ederek koridora çıkan ikili, gözlerini dört açarak o tekinsiz “düşmanları” gözlüyorlardı. Böylece malikânenin arka tarafına, ek binanın bulunduğu yere doğru temkinli adımlarla ilerlediler.
Rüzgâr, beraberinde katledilmiş askerlerin kanını keskin bir şekilde sürüklüyordu. Bu vahşetin failleri de fazla sayıda olan o uğursuz varlıklardı. Malikânede rastgele dolaşıyorken tehlikeli ve umursamaz bir tavır sergiliyorlardı.
Flop: “…Sanki bir şey arıyorlar.”
Rem: “Yaşayan insanları mı acaba?”
Flop: “Hayır, sanmıyorum. Nöbetçileri ortadan kaldırmaları sadece yoldan geçerken yaptıkları bir iş gibiydi. Malikâneyi didik didik edecek kadar kalabalık da değiller. Daha belirli, kesin bir hedef peşindeler.”
Yere eğilmiş hâlde sessizce ilerlerlerken Rem ve Flop fısıltılar arasında düşmanların niyetini tartışıyordu.
Flop’un keskin sezgilerini duydukça Rem; sanki her adımda yargılarının yetersiz kaldığını düşünüyor, bu huzursuz his de kalbine çöküyordu.
Flop: “Bu benim düşüncem, sadece öyle hissettim yani, bilemeyiz.”
…diye Flop’un her defasında durumu toparlaması da Rem’i sinirlendiriyordu.
En azından, ek binada tutsak edilenleri kurtararak bu eksikliğini telafi edecekti.
Rem: “――Bu bile yeterli olmaz, değil mi?”
Yine de kader, bu kez onlara küçücük bir şans bırakmış gibiydi. Çünkü o tuhaf görünümlü “düşmanların” duyuları, insanlar kadar keskin olsa da onlardan öteye geçmiyordu; Rem ve Flop’un algılayamayacağı olağanüstü bir fark taşımıyorlardı.
Bu sayede de nefeslerini tutup gölgeler arasında süzülerek ek binaya kadar yaklaşabilmişlerdi. Ama o anda hesapta olmayan bir pürüz ortaya çıkıverdi.
Flop: “Tahmin ettiğim gibi… tamamen fark edilmeden geçemedik, ha?”
Flop’un gözleriyle aynı manzarayı gören Rem, sessizce onaylayarak başını salladı.
Ek binanın arkasına gizlenip etrafı gözetlediklerinde mesele netleşti. Üç “düşman” figürü, binanın civarında gezinmekteydi. Bir şey arıyor olmaları sebebiyle böylesi belirgin bir yapıyı atlamaları beklenemezdi.
Asıl tehdit binanın içindeydi. Veliaht Prensesler gerçekten oraya kapatılmışsa düşmanlar kapıyı kırar kırmaz kelimenin tam anlamıyla bir katliama girişirlerdi.
Zaman da aleyhlerine işliyordu. Hemen şimdi harekete geçmezlerse canları tehlikeye girecekti.
Flop: “Oka-san, ben dikkatlerini çekerim. O arada üçünü de halledebilir misin?”
Rem: “――――”
Flop: “Yem olmak istersen benim için sorun değil, Oka-san ama çok da cesaretli değilim. Senin başarma şansın benden daha yüksek. Hemencecik kararını ver.”
Sözleri sertti ama artık karar kaçınılmazdı.
Kısa bir an için gözlerini kapatıp derin bir nefes alan Rem, suratını çabucak toparlayıp gözlerini açtı.
Rem: “Dediğini yapalım. Arkalarından dolanacağım. Flop-san, sadece bir saniye sürecek.”
Flop: “Tamamdır, bana bırak. Böbürlenmek istemem ama yem olmada iyiyimdir.”
Güven veren bu cevaba başıyla onay veren Rem ve Flop, ikiye ayrıldı.
Tam da ek binanın girişindeki büyük kapıyı kırmaya çalışan üç “düşmanı” aralarına alarak sağa ve sola ayrıldılar.
Rem: “――――”
Rem, elindeki çeliğin soğukluğunu ve ağırlığını hissederek kilidi kırmak için yanına aldığı kılıcı kavradı.
Hiçbir zaman bir kılıç ustası olmamıştı, birine zarar vermek onun doğasına aykırıydı. Düşmanla girdiği tek “savaş deneyimi” sayılabilecek şey de Subaru’nun parmağını kırdığı o andı. Böylesine zayıf bir geçmişin de özgüven sağlaması beklenemezdi.
Ama özgüvenin bu durumda da bir anlamı yoktu. Yapmak zorundaydı.
Ya başar ya da öl.
Flop: “Yo, yo selamın aleyküm beyler ya, keyifleriniz yerinde mi? Malı olmayan gezgin bir tüccarın tekiyim! Şu anda da tek derdim, kendimi tanıtıp adımı duyurmak!”
Bir anda Flop binanın arkasından çıkıverdi ve “düşmanlarla” sanki dostane bir sohbete başlıyormuş gibi konuşmaya koyuldu.
Ne bir hazırlığı vardı ne de planı ama o anki doğaçlama hâliyle dikkatlerini üzerine çekmeyi başardı. Üstelik tavırları o kadar rahat ve meydan okuyucuydu ki görmezden gelinmesi imkânsızdı.
Düşman: “…Sen de kimsin be?”
Flop’un beklenmedik çıkışı tüm dikkatleri üzerine çekmişti, “düşmanlar” hızla arkalarını döndüler, ardından da içlerinden birisi soğuk bir sesle konuştu.
Sesleri soğuk ve duygusuz olsa da zekâdan yoksun değillerdi. Rem için büyük bir sürprizdi bu. Zira onlarla iletişime geçmenin, hele müzakere etmenin mümkün olacağını hiç düşünmemişti.
Flop: “Ohaa, konuşabiliyormuşsunuz demek? Öyleyse tavrımı değiştirmem de gerekecek gibi, ne dersiniz?”
Düşman: “Ah, seni yanlış anlamışız. İmparatorluktaki herkes ölecek.”
Flop: “Anlıyorum. ――Gerçekten de konuşarak halledemezmişiz ya!”
Flop, düşmanın acımasız yanıtını yüksek sesle örtbas edercesine konuştu. Rem’in bir an için yerleşen tereddüdünü çözen onu derhâl kıpırdatacak kadar açık bir işaretti bu.
Bunları duyan Rem, sonraki hamlesinde tek bir an bile tereddüt etmedi.
Rem: “Ah, AHHHHHH!――”
Saldırmaya karar verip harekete geçtiği o anda, sessiz kalması gerektiğini bilmesine rağmen bir çığlık attı. Kendini içten içe böyle cesaretlendirmeseydi yüreğindeki korkuyu da bastıramazdı; sessizliği, felce dönüşürdü.
Kınından çıkardığı kılıcı havaya kaldırdı ve tüm gücüyle sırtını dönmüş “düşmana” indirdi. “Ne?!” diye bir çığlık yükseldi ama Rem; kendinden geçmiş bir hâlde ikinci, üçüncü kez kılıcını savurdu.
Flop’un dikkatini dağıttığı “düşmanların” dönmesine fırsat bırakmadan, çılgınca darbelerini ardı ardına indirdi. Ne kadar güç kullanması gerektiğini, bir düşmanı ne zaman gerçekten etkisiz kılabileceğini bilmiyordu. Bu yüzden de düşünmeden içgüdüyle, var gücüyle savurmaya devam etti.
Yalnızca elindeki şeyin sert bir şeyle çarparak teptiğini hissediyordu, geri kalan her şey tam anlamıyla sisin içinde kaybolmuş gibiydi.
Yine de――
Flop: “Oka-san! Artık sorun yok! Hepsini yendin!”
Rem: “Ah…”
Samimi bir sesle adının anılmasıyla Rem irkildi, bilinci sisten sıyrıldı ve gözlerini kaldırdığında Flop’un silüetini gördü.
İkisinin arasında durması gereken “düşmanlara” baktı ama yerde yalnızca onların kalıntıları, paramparça olmuş bedenleri yatıyordu—— ya da artık “beden” denemeyecek kadar dağılıp gitmiş kırıntılara.
Bu manzara karşısında tamamen beklenmedik bir şekilde yenilmiş düşmanlara bakarken Rem’in dudaklarından şaşkın bir “Ha…” döküldü.
Flop: “Tuzla buz olmuşlar bana kalırsa. Şu kalıntılara bakınca da çömlek ya da cam gibi çatlayıp dağılıp gitmiş gibiler.”
Rem: “…Gerçekten de… öldüler mi?”
Flop: “Bu hâle gelmeden önce bile tam anlamıyla “yaşıyor” sayılmazlardı, bence.”
Flop çömeldi, parmaklarının arasına aldığı “düşmanların” dağılmış parçalarını göstererek yanıtladı.
Cevabı duyduğu anda Rem’in içini kötü bir his kapladı, sanki tam da duymayı beklediği cevabı almış gibiydi.
Rem’e göre yaşayan bir canın hayatına son vermek mümkün olan her durumda kaçınılması gereken iğrenç bir eylemdi.
Fakat o anda da içinde utanç verici bir düşünceyi barındırdığını fark etti. Zihnini koruyabilmek adına, yok ettiği “düşmanların” gerçekten canlı sayılıp sayılmadığına dair emin olmamak istemişti.
Flop: “Oka-san, yoldaşları da çok geçmeden fark edeceklerdir. Hemen şu ek binaya gidelim de kapısını açalım.”
Flop, Rem’in duygularını şimdilik bir kenara koymayı seçti. Rem de buna karşı gelmedi çünkü onun da kalbi bunun en doğru karar olduğuna inanıyordu.
Hiç değilse yaptığı eylemlere bir anlam, bir haklılık payı kazandırmak istiyordu. Ancak ek binanın kapısını açmak üzere eğildiği sırada, bir şey dikkatini çekti.
Rem: “Ha?”
Rem’in ayaklarının altında, un ufak ettiği “düşmanların” parçaları tuhaf bir biçimde kıpırdanmaya başladı. Bu hareket, ne rüzgârın etkisiyle ne de yerin sarsıntısıyla açıklanamazdı. Doğanın açıklayamayacağı bir şeydi bu.
???: “――Biz o kadar da kolay ölmeyiz. Çünkü hâlihazırda öldük bile.”
Rem’in tüm bedeni ürperdi. İçini saran huzursuzlukla beraber, bir “düşmanın” sesi zihninin derinliklerine sızdı.
Ardından Rem ve Flop arkalarına döndüklerinde, az önce paramparça ettikleri “düşmanların” yeniden şekillenmeye başladığını gördüler. Kırık çömlek parçaları, sanki zaman tersine akıyormuş gibi birbirine kaynaşıyor; üzerlerinde dikiş izini andıran çatlaklar hâlâ belli olsa da eski bütünlüklerine kavuşuyorlardı.
Rem ve Flop: “――――”
Bu inanılmaz manzara karşısında Rem ve Flop âdeta put gibi donup kaldılar.
O anda en azından Flop’u koruyabilmek için Rem, Guaral’da onun tarafından korunduğu anın tam tersini yapmaya çalışarak bacaklarına güç verdi.
Ama zihnindeki huzursuzluk, dizlerinin kilitlenmesine yol açtı. Sakat bacaklarıysa harekete geçmesine izin vermedi.
Ortada kalan tek sonuç da “düşmanların” hemen önünde duruşunun tamamen çökmüş olmasıydı.
Kılıcını kaldırmalıydı. Rakibinden önce hareket etmek zorundaydı. Ama…
Zamanında yetişemeyecekti.
Rem: “――Hık.”
Sessiz bir şimşekle beraber soluk, gri bir ışık aniden parladı. Bir “düşman”, elindeki kılıçla Rem ve Flop’u acımasızca yere sermek üzereydi ki―― tam o anda olan oldu.
???: “――El!”
???: “Minya!!”
İki tiz sesin birbirine karışmasıyla beraber, Rem’in gözlerinin önünde olağanüstü bir olay başladı.
Gözlerinin önünde mor kristaller, üç kılıçlı “düşmanın” arkasından saplandı ve göğüslerinden geçerek onları delip geçti. Ama şaşkınlık bununla da sınırlı kalmadı.
Düşman: “Gah.”
…diye inleyen delinmiş “düşman”; hemen ardından tüm bedeni, göğsünü delen o koyu mor kristale dönüştü ve bir kez daha tuzla buz oldu.
Rem’in yaptığından farklı olarak şimdiki mor parçalara dönüşmüş “düşmanların” hiçbir şekilde yeniden dirilme belirtisi göstermemeleriydi.
Rem’le Flop’u neredeyse son anda kurtaran kişi de――
???: “――Epey beklettim seni de Rem! Gerçek ana karakter sahneye çıktı!”
…diye cesurca ilan eden küçük bir silüet, dış duvarın üzerinden atlayan devasa bir atın sırtından zıplayarak malikânenin avlusuna iniverdi.
Ve siyah saçlı, kötü bakışlı o çocuk; kollarında elbiseli bir kızı tutarken Rem’e doğru tek gözünü kırpıp dişlerini göstererek gülümsedi.
Bu gösterişli giriş ve ilan karşısında Rem bir süre sessiz kalsa da bir süre sonra konuştu.
Rem: “――Siz de kimsiniz?”
Rüzgâr gibi gelen o çocuk, en azından Rem’in gözünde bir yabancıdan ibaretti.


△▼△▼△▼△
——Güm güm diye, şiddetli bir sesle kapı çalınırken Katya’nın kanı dondu.
Katya: “Olamaz, olamazolamaz, gelmeyin gelmeyin gelmeyin…”
Tekerlekli sandalyesini odasının en uzak köşesine itti ve kıvırcık saçlarını ellerinin arasına alarak panik içinde dua etmeye başladı.
Rem ve Flop’u göndermişti, şimdilik yalnız bekleyeceğini beyan etmişti. Katya, mümkün olduğunca uzun süre gizlenmeye, hatta nefesini olabildiğince tutmaya karar vermişti.
Ama bir “düşman” varlığını fark etmişti ve şimdi de ölümüne korkuyordu.
Katya: “Şanssızım. Her zaman çok ama çok şanssızım…”
Bu odanın bir “düşman” tarafından bulunması tamamen tesadüftü, hayatta kalanları ararken tamamen rastlantısal bir şekilde denk gelmişlerdi. Kızın bu kadar kolay bulunması, kötü şansının çıplak bir göstergesiydi.
Belki Rem ve Flop zamanında yetişmeyeceklerdi. Ona böylesi kolay bir kurtuluş asla denk gelmezdi.
Katya: “…Ağabey.”
Doğal olarak kapının ardındaki kişinin yüzünü net bir şekilde görmemişti
Ama Rem ve Flop’un söylediklerine göre dışarıda dolaşan o üçüncü bir taraf ne İmparatorluk Askeri’ydi ne de bir isyancı, ölülerin suretini taşıyan biriydi.
Ölüler denince Katya’nın aklına ilk gelen kişi, öz ağabeyi Jamal Aurélie’ydi. Öldürsen ölmeyecek sandığı ağabeyinin zamansız ölümüydü.
Onu en az bir kez daha görebilmeyi çok isterdi. Hatta dışarıdaki “Boş Kabuklara” dönüşmüş olsa bile.
Ama ölülerin gerçekten ortalıkta dolaştığı bu akılalmaz durumda aklına gelen şey kardeşine dair bir saplantı değil, kendi hâline acıma hissiydi. Baştan sona çirkin ve utanç verici bir duyguydu bu.
Rem ve Flop’un sağ kalması için dua edecek, onların kendi yerine yaşamasını dileyecek kadar yüce şefkat sahibi bile değildi. Tek sahip olduğu şey, elinde olmadan beslediği bir hayatta kalma içgüdüsüydü.
Yalnızca kusurlu ve çaresiz birinden ibaretim, kimsenin sevgisini dahi hak etmiyorum.
Katya: “Ben sanki…”
Kurtarılmayı beklemek de ummak da dilemek de baştan sona bir hataydı. Böyle küstah düşüncelere kapıldığı için Rem ve Flop da bunun kurbanı olacaktı.
Her şeye rağmen bunları hepsi, Katya’nın talihsizliği ve beceriksizliğinin bir sonucu değil miydi? Rem ve Flop’un bu kaosun içine çekilmesine sebep olan kişi de bizzat kendisi değil miydi?
O sonu gelmez, umutsuz düşünceler boğazına düğümlenmişken kapının kırılmaya başladığını haber veren o gıcırtılı ses düşüncelerini yarıda kesti.
Bu kadar çaresiz bir durumda bile kendi bedenine lanet ediyordu, öylesine lanetliydi ki doğru düzgün çığlık atamayacak kadar güçsüzdü.
Ama o anda――
Katya: “Ha?”
Kapının kırılmak üzere olduğunu düşündüğü o anda olan oldu.
Kapının diğer tarafından içeri girmeye çalışan “düşman” aniden duruldu. ――Daha doğrusu, yıkıcı hareketlerine zorla durdurulmuştu.
Çünkü “düşmanın” tüm bedeni alevler içinde yanmaya başlamış, parlak kırmızı bir ateşe gömülmüştü.
Ve ardından da――
???: “Tehdit ettiğim son Küçük Ruh da buydu ama neyse.”
Yanan “düşmanın” sesinden tamamen farklı, yeni bir ses kapının diğer tarafından Katya’ya ulaştı.
Katya, homurdanan o sesi aniden duymasıyla irkilerek başını kaldırdı. Ardından tekerlekli sandalyesinin yönünü çevirip kapıyı kendi iradesiyle kavradı.
Açılmasından o kadar korktuğu kapının kilidini titreyen elleriyle açtı.
Ve açtığı kapının ardında, yanarak kömürleşmiş “düşmanın” cesedini tekmeleyen bir adam duruyordu.
???: “Beklettiğim için üzgünüm, Katya. ——Buradan çıkıyoruz.”
Tanıdık bandanası kaybolmuş, her zamanki yukarı taranmış saçları serbestçe düşmüştü. Katya; alnı ve yanakları kurumuş kanla kaplı, kendisine uzanan bu adama bakarken gözlerini kocaman açtı.
Ardından tekerlekli sandalyesiyle adama doğru ilerlerken…
Katya: “Geç… çok geç kaldın, aptal! B-Ben ölseydim seni de öldürürdüm!”
Ve böylelikle gözyaşları içinde, acımasızca sahneye çıkan nişanlısının kucağına atladı.

△▼△▼△▼△
――İmparatorluk Başkenti’ndeki Kristal Saray’da, yıldız biçimli surlarda ve isyancı kalesinde birbirinden farklı sahneler yaşanıyordu.
Bazıları durumun farkındayken bazılarıysa her şeyden habersizdi.
Herkes, kaosun kazanına dönmüş bir savaş alanında birbirine karışıyordu―― yoo, asıl dönüşen Vollachia İmparatorluğu’nun kendisiydi.
Kanın her yerde aktığı, hayatların ağaçtan düşen yapraklar kadar değersiz sayıldığı, filizlenen hırsları uğruna harekete geçmenin doğru kabul edildiği bir yerdi. Bu engin topraklar âdeta nabız gibi atıyor, imparatorluğun tarihine kazınmış isimler birer birer sahneye çıkıyordu.
Buna kâbus demeyeceğiz de ne diyeceğiz ki?
???: “――Büyük Felaket.”
Hakikaten de buna kâbus demeyeceksek Büyük Felaket demek uygun olurdu.
Vollachia İmparatorluğu’nun dört bir yanına yayılmış olan Yıldız Gözlemcileri, bu felaketi dünyanın yıkımına yol açacak büyük felaketlerden biri olduğunu yüksek sesle beyan etmişti. Kendilerine verilen buyruğun gereği buydu.
Ama bu, Büyük Felaket diye adlandırılan şeyin esas nedenine dair önemsiz bir detaydan ibaretti.
Asıl önemli olan bu felaketin İmparatorluğun topraklarını harap etmesi ve nihayetinde de bu dileğin gerçekleşmesiydi.
Bu amaç uğruna atılabilecek her adımı, kullanılabilecek her hileyi, her şeyi sonuna kadar kullanacaklardı.
Ölüp öldürülerek, can alıp can vererek üst üste yığılan cesetlerden oluşan topraklardı Vollachia.
Vollachia’da dökülen tüm kan, bu planın temeliyse geriye kalan tek şey——
???: “————”
O varlık, yok oluşun sembolü olan “Büyük Felaket”in taşıyıcısıydı.
Vaktiyle krallığı kasıp kavuran, nice canın sönüşüne vesile olan son “Cadı”ydı. O uğursuz “Açgözlülük” için bir kap olarak doğmuş olsa da o ruhu tam olarak içine sığdıramamıştı, eksik bir kaptı.
Hiç kimsenin takdir etmediği bu varlık; dışlanmış, öldürülmek istenmişti. Kendini ancak kendisi takdir etmişti.
???: “Devam edelim. Planı gerçekleştirmek ve imparatorluğa yok oluşu bahşetmek adına.”
Üzerinde parlayan cevherle beraber asasını havaya kaldırıp yürüyen “Cadı” tereddütsüz adımlarla—— Yoo, daha doğrusu kanlarla dolu bu topraklarda dirilenlerin ardından, Ölüler Kraliçesi yürüyüşüne başladı.

——Ölüler Kraliçesi, Sphinx adıyla anılan “Büyük Felaket” ilerliyordu.
Sphinx: “――Muhakeme: Gerekli.”
Böylece Büyük Felaketin taşıyıcısı, yok oluşun simgesi, kendini çok ama çok sessiz ve derinden kutlayıverdi.

#Sonunda bunlar kimin başının altında çıktığı belli oldu! Kısım 5, Bölüm 44 ve 45’te Wilhelm, Sphinx adlı cadının yarı insan savaşında etkili rol oynadığını söylemişti. Sphinx tahminen Ryuzu’nun klonlarından birisi fakat Echidna’ya itaat etmesi gerekirken neden burada olduğunu bilmiyoruz. Ve neden İmparatorluğu yok oluşa sürüklemek istiyor? Bunların hiçbirinin cevabını almasak da sonunda, bir buçuk yılın ardından Kısım 7’yi bitirmiş bulunuyoruz! Gerçekten de upuzun bir maceraydı. Gerçi Kısım 8, Kısım 7’nin devamı niteliğinde olduğunu biliyoruz ama çaktırmayın… Merakla okumaya devam edelim.
#Ayrıca Kısım 7 bitmişken bugün biraz da sitenin geleceği hakkında konuşmak istiyorum. Biraz uzun olacak ama sonuna kadar okursanız sevinirim. Yaklaşık bir buçuk yıldır bu serinin çevirisini üstlendim ve bugünlere kadar getirdim, devam ettirmek de istiyorum. Ancak hayat gittikçe zorlaşıyor. Bu sene üniversiteden mezun oldum ve iş hayatına atılmam gerekiyor. Tahminen asgari ücretin bir tık üstünde, deliler gibi çalıştırılacağım. Ek olarak işimi sevip sevmeyeceğim de meçhul. Yani her türlü dert tasa beraberinde gelecek. İnsani şartlar altında çalışmak zaten imkânsız.
#Bu çeviri işlerine girerken para her zaman arka plandaydı. Çünkü ben bu seriyi seviyorum. Sevmeseydim emin olun birkaç ay devam edip salardım. Siteden ilk paramı daha 2025 Mart ayında aldım, yani sitenin kuruluşundan tam bir sene sonra. O zaman hayatımda dolaylı yoldan çalışarak aldığım ilk paramdı, üç kuruş olsa bile emekti. Şu ana kadar benim çevirdiğim kelime sayısı yaklaşık 280.000, bu da aylık 14.000 civarı kelime ediyor. Sonra da merak edip bir hesaplama yaptım, eğer bu kelime sayısını gidip resmî ve kelime sayısına göre ücret ödeyen bir yerde yapsaydım değeri ne olurdu diye. Hesaplandığımda da sonuç yarım milyon Türk lirası çıktı, bunu da aya vurursak 26.000 Türk lirası civarı ediyor ki 2024’te asgari ücret daha düşüktü, yani bayağı ediyor. Bunu fark etmemle beraber üzerime bir ağırlık çöktü. Çünkü bu değere karşılık bir buçuk yılda toplam 10.000 Türk lirası bile gelir elde edemedim. Profesyonel değilim belki ama en azından birkaç kuruş boğazıma girse ne olurdu ki? Bu gerçeği fark etmemle beraber boşa yapıyormuşum gibi gelmeyi başladı. Bunun sebebi de açgözlülükten çok, bir hakkını alamamanın getirildiği üzüntü ve hayal kırıklığıydı…
#Bölümleri parayla satmaya her zaman karşıyım. Olabildiğince çok insanın seriyi okumasını istiyorum. Tahminen parayla satsam gelirim artar ama tutkum azalır. Ama gelen paranın üç kuruş olmasından kaynaklı da boşuna yapıyorsun hissi de tutkuyu baltalıyor. Yani bu iki uçta kayboluyorsun. Bu yüzden de bölümler 2-3 haftaya yayılıp çoğu zaman uzun sürüyor. Aylık asgari ücret kazanayım gibi derdim yok ve olamaz da gerçekçi olarak. Yalnızca bir yerde yarı zamanlı veya staj yapıyormuşum gibi bir gelir elde etsem hem iş aramak zorunda kalmam hem de aile evinde kalmanın baskısı azalır. Bu da güzel ve daha hızlı işler çıkarmama olanak tanır. Bunları yazarak da dilencilik veya SMA’lı insanlar gibi duygu sömürüsü yapma niyetinde de değilim. Hangi siteye olursa olsun, “bölüm nerede” veya “çok yavaşsınız” yazmadan önce bi’ düşünün lütfen.
#Bahis reklamı koyun diyenler de olacaktır, güzel para veriyorlar sonuçta ama karşıyım. Hâlihazırda şahsen gıcık oluyorken gidip bunu siteye koymak yüzsüzlük olur. Google reklamları üç kuruş veriyor, 200 Türk lirası barajını geçemediğimiz için aylık dahi çekemiyoruz. Tek gelir kapısı da bağış sistemleri oluyor o da düzenli olması lazım, genelde insanlar tek seferlik bağış yapıyor fakat ben sürekli bölüm yüklemeye devam ediyorum…
#Bu yüzden de eğer yaptığımız işleri beğeniyorsanız ve maddi durumunuz el veriyorsa aylık 50 Türk lirası bağışı yapmaktan kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum. Şimdi neden inatla paradan bahsediyorsun diyeceksiniz. Maalesef insanlarımız bunu dile getirmedikçe unutuyor, görmüyor. Bu yüzden de arada bir hatırlatacağım, Youtube’da videoyu beğenin veya destek için kanala katılın diyenler oluyor ya, o kafada. Umarım ki beni anlayıp kızmazsınız…
#Özet olarak bölümler paralı olmayacak fakat bölümler bu durum değişmedikçe hızlı da gelemeyecek. Kendi şahsım adına konuşsam da diğer ekip üyelerimizin de gelir elde etmesini istiyorum… Buraya kadar okuduysanız sizlere sonsuz teşekkür ediyorum. Biraz dağınık anlattım ama umarım ki dediklerimi anlatabilmişimdir. Lütfen bizleri desteklemeye devam edin! Sonraki bölümlerde görüşmek üzere!

Elinize ve emeğinize sağlık şu an için biraz sıkıntıli bir zamandayım herkes gibi elimden gelen yardımı yapacağım
hocam öncelikle bugüne kadar çevirdiğiniz bölümler için herkesin adına teşekkür ederim. aslında siz de Clumsy ablamız gibi yaptığınız “işten” para almama gibi bir hata yaptınız, sonuçta siz buna zaman harcıyorsunuz. elbette bunu hobi olarak ya da Re:Zero nun kitlesini arttırmak gibi bir amaç uğruna yapmış olabilirsiniz fakat sonuçta “mantıken” sizlerin de bir hayatı var ve arkadaşımdan biliyorum yaptığınız az zaman harcayan bir iş değil. demek istediğim bölümlerden her ne kadar para almamak konusunda ısrarcı da olsanız bence almalısınız. bölüm başına olmasa da bunların paketini vs. yapıp bu şekilde ilerleyebilirsiniz ve umarım bunu işe dönüştürmeseniz de yine de iyi bir gelir akışınız olur.
Keşke kartım olsa param olsa aylık elimden geldiğince 50 100 atardım zor iş valla re zero ingilizce olarakta zor seri bence epik noveldeki gibi yeni bölüm 48 saat sonra herkese açılsın